Merhaba. Nasılsınız? 2019'a da girdik valla. 2 hafta da geçmiş hatta. Zaman çabuk geçiyor değil mi? 10. yıl yazısını yazmamın üzerinden bile 1,5 ay geçmiş. Neyse orda da demiştim artık düzenli yazmaya çalışacağım diye ama işte malum hayat. Bi de o yazma temposunu kaybedince adaptasyon ve geri dönüş biraz zor olabiliyor. Biraz da şu var; hayatımda bu blogu ilk açtığım döneme benzer bir dönem yaşıyorum. Biraz besleniyorum bu ara. Yani çok uzun zaman sonra tekrar film-dizi izlemeye, müzik dinlemeye, oyun oynamaya, kitap okumaya bol bol vakit ayırabiliyorum. Bi de son 2 senedir hiç bırakmadan devam ettiğim spor aktivitelerim var. Anlayacağınız aslında yazmak için malzemem de bollaşıyor. Sadece o rutine geri dönebilmek kalıyor. Bunu da umarım en kısa zamanda başarırım. Efendim gelelim bu yılın ilk şarkısına. Yukarıda da dedim ya oyun oynamaya da geri döndüm diye. İşte bunun en büyük sebeplerinden biri de benim için gelmiş geçmiş en iyi oyun olan Red Dead Redemption'ın yıllardır beklediğim ikincisi ile son dönemde bir hayli meşgul olmam. Hoş, 1 aydır oynuyorum daha ama hala %20'lerdeyim. Evet oyun bitmesin diye biraz ağırdan almış ve her ayrıntıyı kılı kırk yararak, RDR dünyasında kendimi kaybetmiş de olabilirim. (İtiraf ediyorum evden dışarı çıkarken bazen apartmanın önünde atımı arıyorum)
Red Dead Redemption benim için "Video oyunları sanat mıdır?" sorusunu geçersiz kılan bir oyundur. İlk oyun özelinde konuşursak bir oyun değil, içine girdiğim bir western filmidir. Adeta "WestWorld" dizisinin bir simülasyonu gibi. Atmosfer, karakterler, muhteşem senaryo, müzikleri ve muhteşem sonuyla ilk oyun benim için bir sanat eseriydi. (The Last of Us'ı da bu alanda ikinci sıraya koyarım) İkinci oyunda da özellikle John Marston'la karşılaştığım ilk sahnede gerçekten de boğazıma bir yumru oturdu. İlk oyunu oynayanlar sebebini anlamıştır. Arthur Morgan karakteri ile her ne kadar John kadar olmasa da bir bağ kurmaya başladım hafiften. Herhalde en az 1-2 ay daha bitirmeden oynarım. Sıkı takipçiler hatırlar blogda daha önce ilk oyunun muhteşem şarkılarından Far Away'i paylaşmıştım. Bu oyundan da bir şarkı koymamak olmazdı. 2019'un ilk şarkısı Red Dead Redemption 2'den D'Angelo'nun seslendirdiği : Unshaken
Ha unutmadan "Haftanın Şarkısı 89" demişken daha önce duyurduğum HBBA Soundtrack listesini de paylaşacağım yakında. Paylaşmadığım her geçen zaman için beni darlayabilirsiniz. * Bu arada bizim eski soru sorma şeysi FormSpring'in güncel versiyonu CuriousCat hesabımdan da sorular sorabilirsiniz. Onun da linki burada. https://curiouscat.me/herbokubilenadam ** Son olarak Jenerikler yazı dizisinin devamı, Haftanın Vizyondaki Filmi, Netflix Dizi incelemeleri, Haftanın Dizisi yazıları da çok yakında burada. Gelmezse darlayın. Öptüm.
Merhaba. Bu sayfada sizlere ilk "Merhaba" deyişimin üzerinden tam 10 yıl geçti. İnanamıyorum ben de bu kadar zamanın geçmiş olduğuna. En baştan söyleyeyim, aslında blogun 10. yılı için çok özel bir şeyler yazmak istedim. Kafamda kurdum, planladım. Sonra az önce blogu açtım ve dedim ki "İçimden ne dökülürse öyle doğaçlama yazacağım yine". Hep olduğu gibi bu da öyle dökülsün. Ne diyordum. 10 yıl. Resmen 20'lerinde bir çocukken 30'larında bir adama dönüştüm burda gözlerinizin önünde. Hem de siz beni hiç görmeden, sadece kelimelerimle. Tamam kabul öyle çok edebi bir eser değildi burası belki ama resmen hepinizin gözü önünde bir günlük tuttum. Hem de neredeyse hiç gündelik hayatıma girmeden. Bi şeyler yazarken hesap kitap yapmadım hiç aslında. O an içimden ne geliyorsa onları yazdım. "Şu ne der, bunu yazarsam başıma ne gelir" derken bulduğumda ise kendimi hiç uğramadım buraya. Burası benim kendimle baş başa kaldığım yer olmalıydı binlerce insana karşı; kimse yokken karşımda. O yüzden kimliğimi gizledim hep, kim olduğumu değil. Belki de bu yüzden neredeyse ilk aydan itibaren yayıldı bu blog. Bazen bir film, bir şarkı, gündelik bir hadise, politik bir mevzu, bir maç, bir kitap üzerinden kafamdakileri döktüm buraya. Kendimden hiç bahsetmeden kendimi anlattım bir bakıma. Aslında çok garip biliyor musunuz? Çünkü cidden gündelik hayatımı yazsaydım şu süreçte inanın çok daha fazla malzemem olurdu. Hatta bu blogdan haberdar olan çoğu arkadaşım "Ya sen de aslında kendi hayatından yazsan var ya ne para kaldırırsın oğlum ya" demiştir bana. Hadi 10. yıl hatırına biraz döküleyim mi size? Valla bence döküleyim. Bunu hak ettiniz. (Valla para falan vermedi kimse) Mesela ben bu bloga başladığım esnada "Ne iş yapıyor, okuyor mu, yaşı kaç?" gibi temel sorular geliyordu ordan burdan. Doğup büyüdüğüm şehir İzmir'di. O dönem de İzmir'deydim. Üniversiteye devam ediyordum. İş olarak da dadılık yapıyordum 2008 yılında. Bayağı bildiğiniz dadılık evet. 10 yaşında bir erkek çocuğun sorumluluğunu almıştım. Şu an bazıları şoke, farkındayım :) "Acaba zengin bir iş adamı mı, kesin siyasi birisi, zengin züppenin teki ya". Yok lan bildiğiniz dadıydım ben Erkek dadı. Akademisyen bir anne-babanın, kız dadıların baş edemediklerini söyledikleri bir oğlan çocuğuna "Acaba bir genç bir ağbi mi bulsak" dediklerinde arkadaşımın aklına gelmem, ki kendisi çocuklarla aramın iyi olduğunu bildiğinden, beni önermesi ve neredeyse 1,5 yıl boyunca yaptığım iş buydu. Çok şey öğrendim kendisinden. "Kimse baş edemiyor bu çocukla" dedikleri 10 yaşındaki o çocuktan. Sabah 8 gibi evlerine gider, kahvaltımızı eder, annesi üniversitedeki dersine gittikten sonra varsa ödev yapar, ardından oyun oynar, sonra ben onu okula bırakır, akşam 5'te okulundan alır, annesi dönene kadar tüm zamanı beraber geçirirdik. İşim buydu bayağı. Zorlandım mı? Yo harika bir işti. Üste para vermeseler bile yapardım zaten. Zaten çok bi şey de almıyordum ama 10 yaşında, "Ya bu çocukla kimse baş edemiyor" dedikleri çocuğun "Ağbimi özledim niye gelmiyor hafta sonu da" demesi seviyesine gelmek paha biçilemez bir şeydi. Blogun ilk zamanlardaki çoğu yazı o dönem yazıldı mesela :) Sonra İstanbul'dan gelen bir teklif, taşınmam ve içinde yer aldığım güzel işler. Ama benim için hala en özel "iş" odur. Komik ama CV'imde bile o kadar şatafatlı projenin, işin en üstünde hala yazılı durur. Birkaç yerde dalga konusu oldu bu durum ama umrumda olmadı açıkçası. Hatta geçen Öğretmenler Günü'nde mesaj attığım bir öğretmen arkadaşım bana "Ben de senin öğretmenler Günü'nü kutluyorum hayatının bir döneminde sen de bir çocuğun kalbine dokundun" diye yanıt yazdı. O zaman aslında ne kadar güzel bi şey yaptığımı biraz daha idrak ettim. Neyse asıl konumuza dönersek ki beni biliyorsunuz lafı çok uzatırım; blog da şimdi 10 yaşındaki bir çocuk oldu. (Öff ne klişe, şarkılarımın hepsi benim çocuğum diyen vasat popçu gibi) Valla öyle ama ne diyim şimdi. 10 yaşında. Hah aklıma gelmişken blogun tepesindeki bannerda yer alan "Şurda ne yazıyorsa o" sloganı var ya hani. Hah o da aslında elini masaya vurup da "ŞURDA NE YAZIYORSA O AKILLI OLUN" manasında bir slogan değildi. Ya annenannemin lafıydı o:) Bildiğiniz elini alnının üzerine götürür "Şurda ne yazıyosa o guzum" derdi. Anneanneme "Anneanne" demedim hiç hayatımda. Anne derdim. Kendi anneme de adıyla seslenirdim. Hala da öyledir. O dönem her blogun tepesinde bir slogan yer alırdı. Benim de aklıma annemin o sözü geldi. Onu yazdım. Hadi size bir güzellik daha yapayım. Madem yaş 10 oldu. 10 yaşındaki ben ve anneannemin yüzü olsun bu yazının görseli de. Belki 30 yıl sonra görünce de bu yazıyı ve fotoğrafı duygulanırım yine. Zira kendisini kaybedeli 13 yıl oldu bu sene.
Şimdi dönüp bakınca 10 yıla. Hayatımın neredeyse 3'te 1'inde yazmış oluyorum. İçimdekilerin en azından bir kısmını kayda geçmiş oluyorum. Bu çok özel bir durum benim için.
Bazen bir yazıya onlarca yorum geldi, sosyal medyada orda burda bir sürü yerde yazılarımı gördüm. Absürt şeyler de yaşadım burası sayesinde. Bir dönem çalıştığım bir ajansın toplantısında ofisteki en gıcık olduğum çocuk "HBBA'yı önerelim ya bu projeye ben tanıyorum yakın arkadaşım" diye yalan attığında, "Tanıyorum ya bi dönem takıldık" diyen garip kıza "Yazılarını okuyorum selam söyle" dediğimde, nefret ettiğim ünlü birinin benim yazılarımı milyonluk Twitter hesabında paylaştığını gördüğümde çok eğlendim. Düşünsenize birilerinin lise yıllığında bile adım geçmiş. "Hayata karşı duruşumu değiştiren insanlardansın" diye yorum yazmış geçen gün biri. Bir başkası "Babamdan sonra müzik zevkime yön veren insansınız" diye mesaj atmış Twitter'dan. Çok güzel insanlar tanıdım. Bazılarının hala gerçek adlarını bile bilmiyorum ama çok şey paylaştık. Kendimle dalga geçmek için koyduğum bu isim sizin sayenizde anlam kazandı.
Duygulandık değil mi hepimiz. Biraz daha devam edersem ağlayarak sarılacağız gibi bir ortam oluştu şu an. Öhöm öhöm... Neyse yine bir şarkıyla bitirelim. "La La Land"in sonunda yer alan "Epilogue" hem harika şarkıları birleştirmesi, hem filmdeki 10 yıllık sürecin özeti, hem hayatın iniş-çıkışları açısından yakışır gibi geliyor bana. Zaten şu an bu yazıyı yazarken de listemden çalmaya başladı. Güzel denk geldi bence. Son söz. İlk günden itibaren tutun da daha 10 dakika önce bu sayfayı keşfeden kişiler dahil hepinize çok teşekkür ediyorum. Her ne kadar "Ben yine yazardım kimse okumasa da" desek de çoğumuz, hayır öyle değil. Yazmak, okumak kadar güzel olan bi şey varsa o da okunmak. Bunu yaşattınız bana. Hep buralarda olacağım ben. Siz de olun. Sevgiler.
Merhaba, Nasılsınız? İyiyim ben. Bu hafta güzeldi. Son 1 senedir, neredeyse bu blogu ilk açtığım döneme döndüm. Her hafta en az 3-4 film izliyorum. Devam ettiğim diziler var. Günde en az 1-2 (Bazen 7-8 oluyor lanet olsun) bölüm diziye devam ediyorum. Kitap okumaya da başladım tekrar. Spor zaten devam. Geçen hafta dediğim gibi yazılara da başladım artık. Oh valla hayat bana güzel. Bloga tekrar dönmek güzel de eski kitleyi de ucundan kıyısından yakalamak ayrı hoş. Her ne kadar eskisi kadar yoğun bir yorum, etkileşim olmasa da yine de birçok eski dostun bir tıkla da olsa sinyallerini almak hoş oldu. O altın çağımızdaki etkiyi yakalayamayacağımızın farkındayım tabi. Artık devir 1 foto ile like alma dönemi kimse uzun yazı okumuyor. Olsun. Blogda eski serileri devam ettireceğimi söylemiştim. Malumunuz en büyük geleneğimiz de "Haftanın Şarkısı"ydı. Eski okuyucular hatırlar, blogda her hafta bir şarkı paylaşır üzerine de yazılar yazardım. Bazen de sadece sözlerini. Blogun yıl dönümlerinde de "HBBA Soundtrack" adı altında o şarkıların MP3 hallerini bloga eklerdim. O zaman stream olayı bu kadar yaygın değildi. Şimdi çemkirmeyin "Vay korsancı" diye. Neyse size bir sürprizim var yakında. Hatta bayağı yakın zaman. HBBA Soundtrack'te yer alan şarkılardan bir Spotify listesi oluşturacağım. Bu arada unutmadan 3 gün sonra yani 30 Kasım da önemli bir gün. Blogun 10. yaşı! Hakkaten şaka gibi. 10 yıl olmuş bu sayfayı açalı. İnanılmaz değil mi? Çocuk olsa ilkokul 3'e gidecek. 10. Yaş yazısında çok coşacağım şimdiden söyleyeyim. Efendim bu haftanın şarkısına gelirsek de daha önce Chupeeile blogda yer almış Cocoon'dan "I Can't Wait".
Naber? Nasılsınız?Bir dakika önce bi şarkı açalım.
Ben iyiyim. Epey zaman oldu değil mi gene? Bu sefer bayağı oldu evet. Twitter’da bahsetmiştim size, aynı girizgahı yapacağım şimdi.
Son 1-2 yıldır mecralarda bana en çok gelen soru şu oldu: “Neden artık yazmıyorsun?”
Öncelikle insanların bu sitemi inceden mutlu etmiyor değil. Hiç görmediğin bilmediğin tanımadığın insanların, bunca yılın sonunda hala anonim kalabilmiş birinin fikirlerinin eksikliğini hissetmesi benim adıma gurur verici.
Sorunun yanıtına gelecek olursak da bunun birden fazla sebebi vardı. İlki ve büyük nedenlerden biri özellikle Gezi’den sonra yaşadığımız siyasi iklim.
En net ifade ila söylemem gerekirse tırsıyordum. Hep söylüyorum sinema, müzik, kültür-sanat yazıları diye açtığım blog, birden 4’e bölünmüş CNN Türk ekranına dönmüştü. Artık her yazıda içinde yaşadığımız leş siyasi ortama serzenişlerle dolu bi şeye dönüştüm hem burda hem diğer mecralarda. Her "Bu sefer siyasi bi şey yazmıyorum" dediğimde kendimi yine haksızlıklara isyan ederken bulup kendimden bile sıkılmıştım. E yazıp içimi döktüğüm yerden de tehditler alınca, bu tehditler de sadece beni etkileyen şeyler olmayınca inceden yol aldım.
Bir diğer sebep de özel hayat. Malumunuz olduğu üzere ilişkiler, iş hayatı, koşuşturmaca vb. şeylere kaptırınca insan zaten bi derman kalmıyor. Bir de kendine otosansür uygular hale geliyorsun.
Konumuza dönecek olursak; aslında birkaç ay önce yeltenmiştim yazmaya. Hatta bu yazıyı yazmadan önce taslaklarda kalmış yazdıklarım. Aşağıda hatta. Durun koyayım bi dakka.
14 Haziran 2018 Perşembe, Saat 01:06 (Vay be bayağı olmuş, unutmuşum)
2018 Dünya Kupası’nın başlamasına 17 saat kalmış. Konumuzla alakası var mı? Yok gibi. Ama var gibi de olabilir... Gibi gibi...
DeMarkeSports’un 4 yıl önce, 2014 Dünya Kupası biter bitmez attığı “Dünya Kupası’na 1426 gün kaldı” tweetinin üzerinden 1426 gün geçmiş. Oysa dün gibi hatırlıyorum.
Zaten her şey hep dün gibi.
Bu bir futbol yazısı değil. Lakin bazı erkeklerde, bazı futbolsever erkeklerde olan bir özellik vardır. Yılları, önemli olayları, hayatlarındaki dönüm noktalarını Dünya Kupası, Avrupa Futbol Şampiyonası ile kodlarlar kafalarında. İtalya 90‘dan beri bende de bu böyle.
Sonra böyle kalmış o taslak.
Devam edeyim burdan.
“Liseden mezun olduğumuz yıl işte hatırla 2002 Dünya Kupası maçı izliyorduk ya, ordan kalkıp gitmiştik mezuniyet balosuna.”
“Okuldan atıldığım yaz 2010’du ya nasıl hatırlamazsın. Vuvuzelalı Dünya Kupası’nın olduğu sene işte”. Hala kafamda arı vızıltısı gibi sesi dolanır.
Bu futbol turnuvaları çiftli yıllarda yapılır ama gelin görün ki tekli yıllardaki önemli olayları bile o turnuvaya göre kodlar futbolsever erkek kafası.
“Sünnet olmuştuk ya hani 95 yılıydı ya ABD 94‘den 1 sene sonra, Euro 96‘dan 1 sene önce.”
Geçtiğimiz yıl yani 2017 ya da Euro 2016‘dan 1 sene sonrası hayatımın dönüm noktası bir yıl oldu benim için.
Evliydim, ayrıldık.
Doğup büyüdüğüm şehre geri döndüm tam 7 yıl sonra. Bir arkadaşım boşanınca Güney Afrika'ya taşınmıştı. Ona bakınca benimki o kadar da radikal bir karar değilmiş.
Spora başladım. Toplam 20 kilo verdim. (Bayağı bırakmıştım kendimi) Şu akıllı bilekliklerden aldım. Orda gösterilen değer doğruysa 4750 km koşmuşum. Yani nerden baksanız İzmir'den Yeni Delhi'ye kadar koşmuşum.
Galiba birçok şeye neredeyse sıfırdan başladım. 30'larımda hem de.
Aslına bakarsanız 30'lar bir şeylere baştan başlamak için çok da erken yaşlar değil; ama çok geç de değil bilemedim. Kim olduğuna ve nereden baktığına, nerede durduğuna bağlı biraz. Orhan Veli isen mesela 36'da bitiyor hayatın. Ama tabi sen bunu bilmiyorsun. Belki ben de hiç görmem 36'yı. Bilmiyorum ki.
İnsan öleceği tarihi bilse zaten her şey tepetaklak olur.
Le Tout Nouveau Testament filminde vardı. İnsanlara ne kadar ömürlerinin kaldığı bilgisi sms olarak gidiyordu. Çok mantıklı bence. Öyle bir durum olsa gerçekten artık yaşadığın her saniye geri sayıma dönüşür. İstersen 70 yıl daha yaşayacak ol o psikolojiyle 70 saniyenin bile tadını çıkaramazsın. Hayatın bu öngörülemezliği güzel bi şey bence. Ama tabi bunu öngörülemez bi hayat olarak yaşayabiliyorsan. Yoksa bizim toplumun, hatta dünyadaki birçok insanın yaşadığı gibi planlı programlı adeta bir senaryo üzerine kurgulanmış gibi bir hayat yaşarsan aslında o da bir geri sayım oluyor sana.
Okulu bitireyim, Askere gideyim, Dönünce bir kız (tercihen öğretmen) bulayım, Evleneyim, 1 kız 1 oğlan çocuk yapalım. Onları büyütelim ve bu kısır döngü devam etsin.
Hayatımın geri kalanına baktığımda evliliğimin son dönemleri hariç gerçekten de dolu dolu yaşamışım diyebilirim aslında.
Hoş, “Sen potansiyelini aslında tam kullanmıyorsun” laflarını çok duydum evet ama neredeyse hiç keşke demedim. Çok hatalar da yaptım, zamanımı “boş”a çok harcadım ama o boşlar bana çok şeyler kattı.
Hiç de geri sayım gibi yaşamadım hayatı bakın bundan eminim. Yolun yarısına geldim sayılır şimdi.
Ama şu var; "yolun yarısı" diyorlar ya, hah işte hangi yol ki o?
Benim bir yolum yok aslında. Hayat bir yol değil bence. Varış noktası ölüm oluyor eğer bir yolsa. E sonu ölüm olan bir yolda yürümezsin ki. Sonunu bilmediğin bir yola çıkman çok daha güzel bence.
Neyse ne diyordum?
Pöff hiçbir şey dememişim ki. Saçmasapan kendi kendime konuşur gibi yazmışım kaç dakikadır.
Seviyorum ama bunu. Öyle konuşmayı, tıpkı yukarıda bahsettiğim gibi başlangıcı ve sonunu bilmeden bir yola çıkmayı.
Zaten yazmaya başlarken de neyi yazacağımı tam planlamamıştım.
Siminya’nın kitabına başladım bundan tam da 10 dakika önce. Kitabı alalı 1 yıldan fazla oldu ama son 2 yıldır neredeyse doğru dürüst kitap okumuyordum.
Kitapta az önce okuduğum şu paragraftan sonra da açtım bilgisayarımı ve yukarıdaki satırları yazmaya başladım.
Paragraf şu idi:
“Kafamın içinde hiç durmadan konuştuğu halde dışarıya renk vermeyen suskunluğumu seslendirmek için yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Bu da “Neden yazıyorsun”a yeni bahanem olsun. İşin güzel tarafı bu kadar çok şey anlattığım halde hala görünmez kalabiliyorsun. Kimseye, “Görün beni” diye bağırmana gerek yok, yazdığın için onlar seni zaten görüyor. Bir diğer deyişle, yoksun ama varsın."
Tam da bu aslında yazma hikayem.
Özellikle de takma bir ad kullanarak yazma hikayem.
Yoksun ama varsın.
"Gözlerim yalnızca bir görüntü.
Gözlerim dış gerçekliği içime aktaramıyor"
Peki ya yazmak? Yazmak içimdeki en gerçeği cümlelere aktarabiliyorsa peki?
İnsanlar okuyorlar seni, ama kimsin nesin, adını bile bilmiyorlar okurken. Fikirlerin, düşüncelerini, duyguların sadece okunan. Çok değerli bir şey bu.
O yüzden tekrar yazmaya başlıyorum. En azından bloga. Belki bi şeye dönüşür mü sonra bilemiyorum. Tek istediğim artık içimi buralara daha fazla dökmek.
Nasılsınız? Uzun zaman oldu farkındayım. Çok şeyler oldu ama şu an onlar için açmadım blogu. Size kişisel değil hepimizi ilgilendiren bi şeyler anlatacağım.
Bildiğinizi gibi Pazar günü bir seçime gideceğiz. Seçimden ne sonuç çıkarsa çıksın artık yepyeni bir dönem başlayacak. Bu dönem ya kapkaranlık bir dönem olacak ya da aydınlık günlere kavuşmuş olacağız. Bu yazıda da aslında size duymadığınız şeyler söylemeyeceğim. Hep beraber yaşadığımız şu 16 yılın bazı hatırlatmaları olacak.
Son 16 yıl gerçekten çok zor oldu hepimiz adına. Pazar günü de bu dönemi kapatma umuduyla gideceğiz sandığa. Ama bu bir seçim olmayacak bana göre.
Biz Pazar günü bir seçime girmeyeceğiz.
Oylama olmayacak yaptığımız şey.
Biz 24 Haziran Pazar günü bir ankete gireceğiz.
"Kötülüğü destekliyor musunuz?" diye sorulacak bizlere...
"Vicdanınız hiç mi sızlamıyor?" denecek.
"Kalbiniz acımıyor mu hiç?" sorusuna cevap vereceğiz.
"16 yıldır bu ülkenin tüm değerlerini, vicdanı, iyiliği, temizliği yok etmiş bir oluşumun hala arkasında mısınız?" diye soracaklar...
Akşam vakti biz seçim sonuçlarını takip etmeyeceğiz.
Sonuçlar açıklandığında parti oranları olmayacak önümüze düşen.
Biz Pazar günü bu topraklarda yaşayan iyi ve kötü insan sayısını öğreneceğiz.
"Yav şimdi ne alaka? Hiç mi iyi insan yok bu iktidara destek veren?" diyenleriniz olacaktır. Peki o zaman gelin şöyle birkaç soru sorayım sizlere.
Hazır mısınız?
Pazar günü tercih mührünü şu sorulara yanıt olarak vuracaksınız oy pusulasına:
Siz 301 madencimizin öldüğü cinayetten sonra, "Aynı kaza 1890'da İngiltere'de oldu" diyen RTE'nin ve protestocu madenciyi tekmeleyip ayağı zarar gördü diye sağlık raporu alan, madenciyi işinden eden, üzerine 10 ay hapis cezası almasını sağlayan Yusuf Yerkel gibilerden yana mısınız,
Demokratik protesto hakkını kullandığı için polis tarafından biber gazına maruz bırakılan ve hayatını kaybeden öğretmen Metin Lokumcu'nun ölümünü kendisine hatırlatan gazeteciye "Ben bilmem" diyerek umursamadığını söyleyenleri onaylıyor musunuz,
Gezi eylemleri sırasında 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ı linç eden esnafları, Ali İsmail'i muayene etmeyip "Hipokrat da zaten gavurdu, ona verdiğim yemini tutmak zorunda değildim, içim rahat" diyen doktoru, ölüm yıldönümünün olduğu gün "Esnaf gerekirse bekçi de olur polis de" diyen malum zatı onaylıyor musunuz,
Megri Megri türküleriyle sözde barış süreci ilan edenlerin, oy kaybettikten sonra barış diyenleri gözaltına alması, işlerinden atması, hapislere tıkması, kardeşini kaybeden Yarbay Mehmet Alkan'ın acıyla "O zaman barış diyenler, şimdi neden savaş diyor" sorusuna karşılık apoletlerinin sökülmesi içinize siniyor mu,
Görme engelli bir vatandaşın kendisinden işiyle ilgili bir istekte bulunması üzerine Bakan Recep Akdağ'ın "Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz gelmiş bir de konuşuyorsun" diye azarlaması size çok mu normal geliyor,
Kendisine sadece ilaçlarını bulamadığı için derdini anlatmaya gelen kanser hastası genç bir kızın avucuna para sıkıştırıp "Ben dilenci değilim" cevabını aldığında da "Ne yapayım işte para verdim" diyen Bakanların halkı düşündüğüne inanıyor musunuz,
Yaşanan terör saldırısından ve onlarca insanımız hayatını kaybettikten sonraki basın toplantısında kendisine yöneltilen istifa edecek misiniz sorusuna sırıtarak karşılık verebilen bakanları hak ediyor muyuz,
Çocuk yaşta evliliklerin önünü açacak yasayı "Bunlar tecavüz değil ki hem KÜÇÜĞÜN RIZASI var" diyebilen ADALET Bakanı'nın zihniyeti size yakın mı,
Yalova'da öğrencilerinin en sevdiği öğretmen Halil Serkan Öz'ü okul ziyareti sırasında kıyafetini beğenmedi diye öğrencilerinin önünde aşağılayan, azarlayan ve üzüntüden ölümüne sebep olan valinin pişkince yaptığını savunması canınızı acıtmıyor mu,
Gözaltında işkence ve tacize uğrayan Mimar Onur Yaser Can'ın polis kendisinin tekrar karakola çağırdığında tekrar aynı şeyleri yaşamak yerine intihar etmesi, annesinin acısına dayanamayıp onun da canına kıyması, babasını ve kızkardeşinin sönen hayatları içinize siniyor mu,
Hayatını bu ülkenin insanları daha aydınlık daha çağdaş insanlar olsun diye adamış Türkan Saylan'a hasta yatağında yapılanlar, iftiralarla kumpaslarla intihara kadar sürüklenen, hasta yatağında kelepçeli halde vefat eden komutanlara yapılanlar "Oh olsun" mu diyorsunuz,
Küçücük çocuklara tecavüz edildiği ortaya çıkarılan bir vakfın sırf yöneticileri iktidara yakın diye araştırma önergesinin bile hem de oylama kabul edildiği halde AKP'li başkanvekili tarafından araştırılmasının bile reddedilmesini, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı'nın "Bir kere böyle bi şey oldu diye bu vakıf karalanamaz, biz Ensar Vakfı'nı biliyoruz" diyerek olayı geçiştirmesini, çocukların ailelerine para verilerek, tehdit edilerek şikayetten vazgeçirilmesini, oylama sonucu araştırma reddedilince milletvekillerinin bakanı tebrik edişini vicdanınıza anlatabiliyor musunuz,
Ülkenin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk'ün, bu ülkenin tüm temel dinamiklerini oluşturan birçok değerinin her geçen gün yok edilmesi, kendisinden "Ayyaş" diye bahsedilmesi, adının verildiği her yerden neredeyse silinmesi hiç mi vicdanınızı sızlatmıyor,
2004 yılında Milli Güvenlik Kurulu kararınca faaliyetlerinin araştırılması kararı alınan Fethullah Gülen Cemaati'ni sonraki yıllarda devletin tüm kademelerine yerleştiren, liyakatı hiçe sayıp sadece cemaatçi olmayı bir nişane olarak gören ve "Ne istedilerse verdik" dediği Hocaefendi'sini "Bitsin bu hasret artık gel" diye ağlaya ağlaya ülkeye davet eden, yıllar sonra ters düşünce kendisi "Kandırılmışız" diye işin içinden sıyrılıp iş adamından, baklavacısına, mobilyacıdan, kendi açılışını sırıtarak yaptığı banka çalışanına kadar herkesi terörist ilan eden ama bu örgütün en büyük destekçilerini Bakanlık makamında tutan birine hala güvenebiliyor musunuz,
Wikipedia, Booking, Paypal, UBER gibi yeni çağın önemli girişimleri ülkemizde yasaklanırken, ÇiftlikBank gibi oluşumlar açılış yaparken devletin bu açılışlara kaymakam, müftü düzeyinde katılarak bir bakıma destek vermesi; 16 yılın sonunda tüm dünya gelişip, teknoloji bambaşka boyutlara gider, endüstri 4.0'ın öncüsü olma fırsatını betona yatırım yaparak harcayıp bir de üstüne seçim vaadi olarak kıraathanede kek ve çay göstermesi sizce vizyonerlik midir,
"Hayırsever bir iş adamı" denen İranlı 30 yaşındaki rüşvetçi genç Türk Bakanları parmağında oynatırken, ülkenin gelecek vaadeden gençleri protesto yapınca, tweet atınca, yazı yazınca, kendilerinden olmayınca içeri tıkılıp işkenceler görmesi hak mıdır,
1 buçuk yıl önce PKK tarafından öldürülen Eren'in annesine ev vermek için seçimden bir hafta öncesini bekleyen, o evin anahtarını da kalabalığın önünde annenin yaşlı gözleri önünde anahtarı sallayarak veren biri sizin için gerçekten vicdanlı mı,
Yandaş şirketler beslensin ihaleler alsın diye yapılan usulsüzlükler, "Hizmet yapıyoruz" diyerek aslında rant için yapılan doğa katliamları, her yıl değiştirilen ve çocuklarımızı birer morona çeviren eğitim sistemi, liyakatı hiçe sayıp kendine yakını, akrabayı, işinin ehli olmayanları alakasız mevkilere getirmeleri ve beyin göçünün hızla artması, adaletsizlikler, haksızlıklar, illegalin legal hale getirilmesi, hakkını arayanın susturulması, zorbalığın, kabalığın artık doğal hale getirilmesi, insanların normal bir ülkenin yıllar boyu yaşayamayacağı gündemleri burda birkaç günde yaşamayı artık yadırgamaz hale gelmesi,
Her iki lafından biri "Milli İrade" olanların insanlarda hala "Oy çalıyorlar, sandıklara sahip çıkalım" algısı yaratıyor olması ve istedikleri seçim sonucu çıkmayınca seçimi yenilemesi, kendilerine oy vermeyen herkesi "Vatan haini" olarak suçlamaları...
"Devlet Adamı" kavramının saygınlığını yerle bir eden, bağıran, çağıran, küfür eden, durmadan yalan söyleyen, kendi söylediğini ertesi gün yalanlayan, dün sahip çıktığını bugün hain ilan eden, dün hain ilan ettiğini bugün yanıbaşına alan, "Yurtta sulh, cihanda sulh" mottosuna dayanan devleti tüm dünyaya düşman ilan eden, kendi çocukları askere gitmezken, başkalarının çocuklarını ölüme gönderen, cenazelerini bile rahat bırakmayıp, elini tabuta koyarak adeta seçim konuşmaları yapan bir lideri bu ülkeye layık görüyor musunuz?
Tüm bunlar içinize siniyor mu?
Tüm bunları onaylıyor musunuz?
Tüm bu sorulara yanıtınız "Evet ben bunları destekliyorum adamlar yol yaptılar, hem istikrar önemli" mi?
İnanın çok daha fazlası var ve gerçekten düşünsek bu yukarıdakiler gibi sayfalar dolusu soru sorabiliriz. Ama gerçekten boğazıma bir yumru oturdu ve daha fazlasını yazamıyorum.
İşte bu yukarıdaki ve daha nice soruların yanıtını vereceksiniz Pazar günü.
İyi bir insan mısınız, vicdanınız var mı, zalimin, kötünün yanında mısınız bunu oylayacaksınız.
"Ya muhalafette kim var ağbi, bu adamlar gidecek de kim gelecek mi?" diyeceksiniz?
"Olan olmuş beni ilgilendirmez, ben kendi hayatıma bakarım" diyenlerden mi olacaksınız yoksa hesap soranlardan mı bunu söyleyeceksiniz.
Ne dersiniz?
Bir 15 seneniz daha var mı bu anketi yanıtlamak için?