Haftanın Şarkısı 88 - I Can't Wait

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 22:16

8

Merhaba,

Nasılsınız?

İyiyim ben. Bu hafta güzeldi.

Son 1 senedir, neredeyse bu blogu ilk açtığım döneme döndüm. Her hafta en az 3-4 film izliyorum. Devam ettiğim diziler var. Günde en az 1-2 (Bazen 7-8 oluyor lanet olsun) bölüm diziye devam ediyorum. Kitap okumaya da başladım tekrar. Spor zaten devam.

Geçen hafta dediğim gibi yazılara da başladım artık. Oh valla hayat bana güzel.

Bloga tekrar dönmek güzel de eski kitleyi de ucundan kıyısından yakalamak ayrı hoş. Her ne kadar eskisi kadar yoğun bir yorum, etkileşim olmasa da yine de birçok eski dostun bir tıkla da olsa sinyallerini almak hoş oldu. O altın çağımızdaki etkiyi yakalayamayacağımızın farkındayım tabi. Artık devir 1 foto ile like alma dönemi kimse uzun yazı okumuyor. Olsun.

Blogda eski serileri devam ettireceğimi söylemiştim. Malumunuz en büyük geleneğimiz de "Haftanın Şarkısı"ydı.

Eski okuyucular hatırlar, blogda her hafta bir şarkı paylaşır üzerine de yazılar yazardım. Bazen de sadece sözlerini. Blogun yıl dönümlerinde de "HBBA Soundtrack" adı altında o şarkıların MP3 hallerini bloga eklerdim. O zaman stream olayı bu kadar yaygın değildi. Şimdi çemkirmeyin "Vay korsancı" diye.

Neyse size bir sürprizim var yakında. Hatta bayağı yakın zaman. HBBA Soundtrack'te yer alan şarkılardan bir Spotify listesi oluşturacağım.

Bu arada unutmadan 3 gün sonra yani 30 Kasım da önemli bir gün.

Blogun 10. yaşı!

Hakkaten şaka gibi. 10 yıl olmuş bu sayfayı açalı. İnanılmaz değil mi? Çocuk olsa ilkokul 3'e gidecek.

10. Yaş yazısında çok coşacağım şimdiden söyleyeyim.

Efendim bu haftanın şarkısına gelirsek de daha önce Chupee ile blogda yer almış Cocoon'dan "I Can't Wait".


Yazmaya Koşmak

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:21

5

Merhaba.

Naber? Nasılsınız? Bir dakika önce bi şarkı açalım. 



Ben iyiyim. Epey zaman oldu değil mi gene? Bu sefer bayağı oldu evet. Twitter’da bahsetmiştim size, aynı girizgahı yapacağım şimdi. 


Son 1-2 yıldır mecralarda bana en çok gelen soru şu oldu: “Neden artık yazmıyorsun?”


Öncelikle insanların bu sitemi inceden mutlu etmiyor değil. Hiç görmediğin bilmediğin tanımadığın insanların, bunca yılın sonunda hala anonim kalabilmiş birinin fikirlerinin eksikliğini hissetmesi benim adıma gurur verici. 

Sorunun yanıtına gelecek olursak da bunun birden fazla sebebi vardı. İlki ve büyük nedenlerden biri özellikle Gezi’den sonra yaşadığımız siyasi iklim. 

En net ifade ila söylemem gerekirse tırsıyordum. Hep söylüyorum sinema, müzik, kültür-sanat yazıları diye açtığım blog, birden 4’e bölünmüş CNN Türk ekranına dönmüştü. Artık her yazıda içinde yaşadığımız leş siyasi ortama serzenişlerle dolu bi şeye dönüştüm hem burda hem diğer mecralarda. Her "Bu sefer siyasi bi şey yazmıyorum" dediğimde kendimi yine haksızlıklara isyan ederken bulup kendimden bile sıkılmıştım. E yazıp içimi döktüğüm yerden de tehditler alınca, bu tehditler de sadece beni etkileyen şeyler olmayınca inceden yol aldım. 

Bir diğer sebep de özel hayat. Malumunuz olduğu üzere ilişkiler, iş hayatı, koşuşturmaca vb. şeylere kaptırınca insan zaten bi derman kalmıyor. Bir de kendine otosansür uygular hale geliyorsun. 


Konumuza dönecek olursak; aslında birkaç ay önce yeltenmiştim yazmaya. Hatta bu yazıyı yazmadan önce taslaklarda kalmış yazdıklarım. Aşağıda hatta. Durun koyayım bi dakka. 

14 Haziran 2018 Perşembe, Saat 01:06 (Vay be bayağı olmuş, unutmuşum)
2018 Dünya Kupası’nın başlamasına 17 saat kalmış. Konumuzla alakası var mı? Yok gibi. Ama var gibi de olabilir... Gibi gibi...
DeMarkeSports’un 4 yıl önce, 2014 Dünya Kupası biter bitmez attığı “Dünya Kupası’na 1426 gün kaldı” tweetinin üzerinden 1426 gün geçmiş. Oysa dün gibi hatırlıyorum. 

Zaten her şey hep dün gibi. 


Bu bir futbol yazısı değil. Lakin bazı erkeklerde, bazı futbolsever erkeklerde olan bir özellik vardır. Yılları, önemli olayları, hayatlarındaki dönüm noktalarını Dünya Kupası, Avrupa Futbol Şampiyonası ile kodlarlar kafalarında. İtalya 90‘dan beri bende de bu böyle. 

Sonra böyle kalmış o taslak. 

Devam edeyim burdan. 




“Liseden mezun olduğumuz yıl işte hatırla 2002 Dünya Kupası maçı izliyorduk ya, ordan kalkıp gitmiştik mezuniyet balosuna.”

“Okuldan atıldığım yaz 2010’du ya nasıl hatırlamazsın. Vuvuzelalı Dünya Kupası’nın olduğu sene işte”. 
Hala kafamda arı vızıltısı gibi sesi dolanır. 

Bu futbol turnuvaları çiftli yıllarda yapılır ama gelin görün ki tekli yıllardaki önemli olayları bile o turnuvaya göre kodlar futbolsever erkek kafası. 

“Sünnet olmuştuk ya hani 95 yılıydı ya ABD 94‘den 1 sene sonra, Euro 96‘dan 1 sene önce.”

Geçtiğimiz yıl yani 2017 ya da Euro 2016‘dan 1 sene sonrası hayatımın dönüm noktası bir yıl oldu benim için. 

Evliydim, ayrıldık. 

Doğup büyüdüğüm şehre geri döndüm tam 7 yıl sonra. 

Bir arkadaşım boşanınca Güney Afrika'ya taşınmıştı. Ona bakınca benimki o kadar da radikal bir karar değilmiş. 

Spora başladım. Toplam 20 kilo verdim. (Bayağı bırakmıştım kendimi) 

Şu akıllı bilekliklerden aldım. Orda gösterilen değer doğruysa 4750 km koşmuşum. Yani nerden baksanız İzmir'den Yeni Delhi'ye kadar koşmuşum. 

Galiba birçok şeye neredeyse sıfırdan başladım. 30'larımda hem de. 

Aslına bakarsanız 30'lar bir şeylere baştan başlamak için çok da erken yaşlar değil; ama çok geç de değil bilemedim. Kim olduğuna ve nereden baktığına, nerede durduğuna bağlı biraz. Orhan Veli isen mesela 36'da bitiyor hayatın. Ama tabi sen bunu bilmiyorsun. Belki ben de hiç görmem 36'yı. Bilmiyorum ki. 

İnsan öleceği tarihi bilse zaten her şey tepetaklak olur.  

Le Tout Nouveau Testament filminde vardı. İnsanlara ne kadar ömürlerinin kaldığı bilgisi sms olarak gidiyordu. Çok mantıklı bence. Öyle bir durum olsa gerçekten artık yaşadığın her saniye geri sayıma dönüşür. İstersen 70 yıl daha yaşayacak ol o psikolojiyle 70 saniyenin bile tadını çıkaramazsın. Hayatın bu öngörülemezliği güzel bi şey bence. Ama tabi bunu öngörülemez bi hayat olarak yaşayabiliyorsan. Yoksa bizim toplumun, hatta dünyadaki birçok insanın yaşadığı gibi planlı programlı adeta bir senaryo üzerine kurgulanmış gibi bir hayat yaşarsan aslında o da bir geri sayım oluyor sana. 

Okulu bitireyim,
 
Askere gideyim,


Dönünce bir kız (tercihen öğretmen) bulayım, 


Evleneyim, 


1 kız 1 oğlan çocuk yapalım. 


Onları büyütelim ve bu kısır döngü devam etsin. 


Hayatımın geri kalanına baktığımda evliliğimin son dönemleri hariç gerçekten de dolu dolu yaşamışım diyebilirim aslında. 

Hoş, “Sen potansiyelini aslında tam kullanmıyorsun” laflarını çok duydum evet ama neredeyse hiç keşke demedim. Çok hatalar da yaptım, zamanımı “boş”a çok harcadım ama o boşlar bana çok şeyler kattı. 

Hiç de geri sayım gibi yaşamadım hayatı bakın bundan eminim. Yolun yarısına geldim sayılır şimdi.

Ama şu var; "yolun yarısı" diyorlar ya, hah işte hangi yol ki o? 

Benim bir yolum yok aslında. Hayat bir yol değil bence. Varış noktası ölüm oluyor eğer bir yolsa. E sonu ölüm olan bir yolda yürümezsin ki. Sonunu bilmediğin bir yola çıkman çok daha güzel bence. 

Neyse ne diyordum? 

Pöff hiçbir şey dememişim ki. Saçmasapan kendi kendime konuşur gibi yazmışım kaç dakikadır. 

Seviyorum ama bunu. Öyle konuşmayı, tıpkı yukarıda bahsettiğim gibi başlangıcı ve sonunu bilmeden bir yola çıkmayı. 

Zaten yazmaya başlarken de neyi yazacağımı tam planlamamıştım. 

Siminya’nın kitabına başladım bundan tam da 10 dakika önce. Kitabı alalı 1 yıldan fazla oldu ama son 2 yıldır neredeyse doğru dürüst kitap okumuyordum. 

Kitapta az önce okuduğum şu paragraftan sonra da açtım bilgisayarımı ve yukarıdaki satırları yazmaya başladım. 

Paragraf şu idi: 

“Kafamın içinde hiç durmadan konuştuğu halde dışarıya renk vermeyen suskunluğumu seslendirmek için yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Bu da “Neden yazıyorsun”a yeni bahanem olsun. İşin güzel tarafı bu kadar çok şey anlattığım halde hala görünmez kalabiliyorsun. Kimseye, “Görün beni” diye bağırmana gerek yok, yazdığın için onlar seni zaten görüyor. Bir diğer deyişle, yoksun ama varsın."

Tam da bu aslında yazma hikayem. 

Özellikle de takma bir ad kullanarak yazma hikayem. 

Yoksun ama varsın. 


"Gözlerim yalnızca bir görüntü.  
Gözlerim dış gerçekliği içime aktaramıyor"

Peki ya yazmak? 

Yazmak içimdeki en gerçeği cümlelere aktarabiliyorsa peki? 

İnsanlar okuyorlar seni, ama kimsin nesin, adını bile bilmiyorlar okurken. Fikirlerin, düşüncelerini, duyguların sadece okunan. Çok değerli bir şey bu. 

O yüzden tekrar yazmaya başlıyorum. En azından bloga. Belki bi şeye dönüşür mü sonra bilemiyorum. Tek istediğim artık içimi buralara daha fazla dökmek.

Özlemişim. 

Naber?