spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
spor etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Olimpiyat Ruhu ve Türkiye

Posted by Her Boku Bilen Adam | Posted in , | Posted on 13:56

21

Selamlar herkese,

Malumunuz olduğu üzere dün akşam 2020 Olimpiyatı'na ev sahipliği yapacak ülkenin belirlenmesi için IOC kurulu Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te toplandı. Biz de Tokyo ve Madrid ile birlikte finale kalan 3 aday şehirden biriydik.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki iktidara muhalif biri de olsam konu Olimpiyat olduğu için bir sporsever olarak bu süreci destekleyenlerdendim.

Zira 1992 Barcelona'dan beri TV karşısında da olsa tüm Olimpiyat Oyunları'nı takip eden, sporun sadece futboldan ibaret olmadığını yıllarca etrafındakilere anlatmaya çalışan, Universiade da olsa bir Olimpiyat'ta yer almanın tadını almış bir birey olarak gerçek Olimpiyat'ın, yani sporun kalbinin, kendi ülkemde, hem de yaşadığım şehirde atacak olma hayali beni gerçekten de heyecanlandırmadı değil. Bu yüzden de başta da dediğim gibi iktidarın başının "Çapulcu" diye aşağıladığı bir güruhtan da olsam bu süreci destekledim ve dün de bu oylamayı her ne kadar umutsuzca da olsa heyecanla izledim.

Umutsuzdum çünkü ülkemin Olimpiyat gibi bir duyguya ev sahipliği yapacak kapasitede olmadığını herkes gibi ben de biliyordum. Burda bahsettiğim organizasyonu yapacak olmaktan kastım tesisleşme, altyapı, ulaşım vb. şeyler değildi. Zaten ayrılan bütçelere bakıldığında İstanbul'un, Madrid'in 5, Tokyo'nun ise 2 katı bütçe ayırması ile bu sorunların 7 yılda tamamen çözülebilecek olduğu da aşikardı. Ama çözülmesi çok daha zor sorunlar vardı.

Bir kere her şeyden önce bizim ülkemizde "Sporsever" insanın eksikliğiydi en büyük sorun. Bizim insanımız için spor demek "Futbol" demekti. Ama bu söylediğimden de sakın insanımızın "Futbolsever" olduğu sonucu da çıkmasın çünkü biz "Futbolsever" de değiliz.

Bizim taraftarımız futbolu yani oyunu değil sadece "Kazanmayı" sever. Aksini iddia edene daha 2 ay önce ülkemizde düzenlenen U20 Dünya Kupası'nın ortalama seyirci sayısının turnuva tarihinin en düşüğü olan 4500'lerde kalmasını gösterebilirim. Final maçı bile boş tribünlere oynanmıştı hatırlarsanız.

Sporculara gelirsek Allahaşkına size soruyorum, sizce bizim ülkemizde "Sportmen" sporcu var mı?

Onu da geçtim, "sporu seven" sporcu var mı?

Sporun, hele hele Olimpiyat'ın ırk, ülke, bayrak, dil, cinsiyetten bağımsız birleştiriciliğinden haberdar sporcu var mı?

Bizim ükemizde Ermeni lafını hakaret olarak kullanan Rıza Kayaalp gibi bir sporcuya(!) bırakın ceza vermeyi, 3 gün sonra bayrağımız taşıttırılarak ödül veriliyor, Spor Bakanı "Rıza'yı yedirmeyiz" diyerek açıklama yapıyor.


Kafamda bunlarla ilk tur oylamasını izledim ve güç bela Madrid'i geride bıraktık. Kendi kendime dedim ki "Alalım şu Olimpiyat'ı da en azından sporsever bir nesil yetişir, 7 yılda ne çok değişir neler olur".

Derken bu ülkenin bakanının şu aşağıdaki tweetini gördüm.



Olimpiyat Ruhu, Olimpiyat'ın dil, din, ırk gözetmeksizin tek bayrak altındaki birleştiriciliği diyorduk değil mi?

Peki böyle bir açıklamada bunun esamesine rastlanıyor mu sizce?

Sonuçlar açıklandı Olimpiyat Tokyo'ya gitti. Peki ne oldu?

Biz ırkçılık, doping, gaflar, rezil açıklamalar dolu bakanlığına rağmen yukarıda da bahsettiğim gibi en azından "Olimpiyat"ın ülkemizde düzenlenme olasılığı için desteklediğimiz sürecin sonunda Sayın Bakan'dan şöyle bir açıklama gördük.



Şaşırdık mı?

Şaşırmadık.

Zira Olimpiyat sunumu esnasında "Nüfusumuzun yarısı genç" denilerek komitenin gözünü boyadıkları genç nüfustan kendi taraflarında olmayanları "Çapulcu" diye aşağılayan, "Bunlaaar" diyip ötekileştirip her fırsatta azarladığı gençlerin yaşam tarzına neredeyse tüm tanıtımlarında yer veren ama köprüyü geçemeyince ilk fırsatta suçu o gençlere yükleyen bir siyasi iktidardan bahsediyoruz.

Zaten bu Spor Bakanı olan zat en alakasız bir Spor organizasyonunda dahi spor lafını bile ağzına almadan önce Başbakan'a övgüler dizmeye başlıyor, muhalif görüşlü bir Basketbolcu (Cenk Akyol) kariyerinin zirvesinde sırf bu muhalif söylemleri yüzünden Milli Takım'a alınmıyor, Hidayet ise Başbakan'ı anlatan balgeselde yer buluyor ve en formsuz döneminde milli takımla sahaya kaptan olarak çıkıyor. Tepki verenler aforoz edilirken, biat edenler alıp başını yürüyor.

Olimpiyat'tan organizasyon olarak değil de "Olimpiyat Duygusu" diye bahsetmemin sebebi de bu.

Sizin ülkenizde Sporseverler yerine Biat edenler, yalakalar varsa;

Sporcularınız sporu, oyunu değil sadece kazanmayı, sadece şanı, şöhreti parayı önemsiyorsa,

Sizin bakanlarınız halka yakın olmayı "Götünüze kına yakın" seviyesine inmek zannediyorsa,

Sizin tesisleşmeden, gençliğe yatırımdan tek anladığınız TOKİ'nin betonları, o tesislerin başına diktiğiniz "Yassah hemşerim"ciler ise;

Siz en Doğu'nun kazandığı oylamadan sonra bile hala "Batı bizi sevmiyor" diyerek suçu hep başkalarında arıyorsanız;

Size Olimpiyat gibi bir ayrıcalığı, bir ruhu, biz güzelliği çok görmelerine de sesinizi çıkarmamanız gerekir.

Bir gün gerçekten Olimpiyat ruhu ile dolu bir nesilin içinde yaşamak dileğiyle.

Sevgiler.

Gekas Marşı

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 11:16

2

Bu yıl Avrupa'da gelen başarılara rağmen, son yaşanan derbi ile birlikte artık ne kadar çürüdüğü ortaya çıkmış Türk Futbolu adına bence bu yılın en güzel hikayesi Akhisar ve Gekas oldu.

Akhisar'ın Akigoları da Gekas için güzel bir marş yapmış.

Ne Zeus ne Perseus
Asıl tanrı bu deyyus
Ne Sow ne Burak Yılmaz
Theofanis Gekas...

Biz Niye Böyleyiz?

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 02:53

5

Bir derbi maçını daha geride bıraktık bu akşam.

Adı derbiydi ama sadece birbirini ve taraftarlarını tahrik etmekten başka amaçları olmayan iki takım oyuncuları vardı sahada ve oyun olarak da daha az kötü olan kazandı işte. Burası önemli değil şu saatten sonra da.

Size bir şey söyleyeyim mi;

Ben bu akşam bana maç izlemeye gelen Fenerbahçe formalı arkadaşımın üzerine bir şeyler vererek evden gönderdim yolda başına bir şey gelmesin diye.

Az önce de 20 yaşında bir gencin ölüm haberi geldi.

Bu ölüm üzerine de önce "Fenerli mi öldürmüş Cimbomlu mu?", "Fenerli mi ölmüş, Cimbomlu mu?" diye soranlar, 

Öldürülen Fenerbahçeli genç için "Ölüsünü de dirisini de..." diyen Galatasaraylı, "Saha ortasında sevindiniz, katil sizsiniz" diyen Fenerliler ve daha bir sürü şey.

Daha dün çok sevdiği takımının stadındaki son maçına 5-6 yaşındaki küçük oğlunu götüren kadına bile biber gazı sıkabilen polisin vicdanını sorgularken bugün yaşananlar ve daha neler neler.


Ben artık birbirini öldürmek için bu kadar bahane üretebilen bir toplumda huzurla uyuyabilecek ve sabah erkenden kalkıp güleryüzle yaşamını sürdürecek motivasyona sahip değilim.

Biz niye böyleyiz ki?

Keşke böyle olmasak. 

Oh Be!

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:56

3

Şu 2 senede çektiklerimizden sonra bugünleri hak etmiştik. Neyse daha bitmedi. Bu işin Roma'sı da var. Oradan dönüşte konuşuruz. Şimdilik derin bir "oh" çekelim de...

Stratosferden Dünya'ya Atlamak

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 12:28

13

Madem "Artık daha sık yazacağım", yaklaşık 1 hafta önce haberdar olduğum ve "Oha" dediğim bir olayı sizinle paylaşayım sevgili dostlar.

Alex'in gönderilişinin üzerine Fenerbahçe'deki özel anlarından oluşan bir klip paylaşmış bir arkadaş. Ona bakayım dedim. Duygulandım, hüzünlendim, sinirlendim. Sonra Arif'in Manchester'a attığı golü arayan arkadaş misali ilgili videolardan ilgisizlere doğru tık tık gezerken aşağıdaki şu videoya rastladım.



Film tanıtımı gibi geldi açıkçası. Hatta elemanı da aktör falan zannedip "Ben niye tanımıyorum la bu adamı" dedim kendi kendime (Behzat Ç. izlemeye başladığımdan beri kendimle bile "La" diye konuşuyorum evet).

Efendim elemanın adı Felix Baumgartner. Kendisi Red Bull'un, ecnebilerin "Base Jumping", Türkiye'deki yetişkinlerinse "Oğlum o kadar yüksekten atlanır mı bi iş bul kendine" dediği extreme işlerle özdeşleşmiş bir sporcusu. Videodaki olay da bu ağbimizin 14 Ekim'de gerçekleştireceği eylemin bir tanıtımı.

Felix ağbimizn ne yapacağını videoya bakıp da hala anlamayanlar, benim gibi anladığı halde hala "Yuh canım yok artık" diyenler olabilir.
Olay şu ki; Felix kardeşimiz 14 Ekim tarihinde Stratosfer'den; yani yerküreden 37 KM yukarısından, dünyaya "Lap" diye atlayacak.
"Oğlum yanar la herif" dediğiniz duyar gibiyim ki aynı tepkiyi kendim verdiğimden yadırgamıyorum ama adamlar ciddi. Hem de bırakın ciddi olmayı, Red Bull, Felix'in nereye atlayacağını tahmin ettiğiniz bir oyun bile yapmış. Bu da linki.

Haritadan girip düşüş noktasını işaretliyorsunuz. (Ben de katıldım oyuna. Ne var kardeşim tek maçtan yatarız, yatarsak)

Sadede gelirsek 14 Ekim günü saat 15:00'da, bana göre tüm Extreme Sporları ve sporcuları "Tamam ağbi bıraktım ben bu işi Tekel Bayisi açıyorum" dedirtecek bir olay yaşanacak ve Felix kendini boşluğa bırakacak. 37 KM serbest düşüşten sonra paraşütü 1 KM kala açacakmış(inşallah).

Red Bull geçen ay Rize'deki FormuLaz'a sponsor olarak gözüme girmişti ama Red Bull Stratos ile birlikte artık tırsmaya başladım kendilerinden. 

Bu arada Felix'in atlayışı ile ilgili gelişmeleri Twitter'da #stratos etiketi ile takip edebilir, üzerine geyik çevirebilirsiniz. Etiket ile uzaya mesaj da gönderilebiliyormuş. Gerçi Felix bunları hangi ara okuyacak ayrı mevzu ama.

Atlayışı canlı izlemek isteyenler de bu linke tıklasın.

Ne diyelim. Kazasız belasız Felixcim.


Futbol Yasaklansın

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:45

22

Hayatımda hiç sigara içmedim. Bunu övünmek ya da "Aman siz de içmeyin" manasında söylemiyorum. Sigara hoşlandığım bir şey değil. Kokusu, dumanı bana iyi gelmiyor. İçene bir şey demezdim eskiden ama artık yanımda içildiğinde de rahatsız olmaya da başladım. Kokusu üstüme siniyor, nefes almakta zorlanıyorum falan. Ama hiçbir zaman "Sigara içerseniz şöyle olursunuz, sigara içen insan şöyle insandır" gibi bir yargıya sahip olmadım.

Aynı şey alkol için de geçerli. Hiçbir zaman alkol seven, tiryakisi olan bir adam da olmadım. Ama yukarıda da dediğim gibi bu da "İyi Aile Çocuğu" olmak için kasten yaptığım bir şey değildi. Tüketirken zevk aldığım bir şey olsa alkol de kullanırdım.

Bu iki örneği verdim çünkü malumunuz son dönemde siyasi otoritenin de diretmesi ile insanların tüketmekten zevk aldığı bu iki maddeye karşı bir kampanya başlatıldı. Dedim ya ikisiyle de aram yoktur ama insanların kendilerini zehirlemek de kendi seçimleri ve kendi kararları bana göre. Dolayısıyla da bu iki yasağa da (kapalı alandaki sigara yasağı hariç) karşı idim.

Ama bu akşam bir şey fark ettim ki alkol ve sigaradan önce bizim bu ülkede yasaklamamız gereken başka bir şey var. Hem de çok daha tehlikeli.

Futbol.

Evet futbol.

Hem de aşağı yukarı 5 yaşından beri müptelası olduğum, okumayı söktüğüm anda kendimi Dünya Kupası Tarihi'ni okurken bulduğum o güzel oyun.

Bence kökünden kurutulmalı ve bu ülkeden tamamen def edilmeli bu güzel oyun. Evet oyun güzel ama biz onu öyle çirkin bir hale getirdik ki.

Yakından takip edenler bilir. Sağlam Fenerliyimdir.

Bana göre doğuştan gelen bir şey taraftarlık olgusu. O yüzden sonu "..işte ben de o gün X'li oldum" ile biten taraftarlık hikayeleri hiç inandırıcı gelmez bana. Çünkü bana göre gerçek taraftar ne zaman X'li olduğunu hatırlamaz. Öyle doğar zaten.

Ben de daha adımı söyleyemeden Schumacher, Aykut, Rıdvan, Oğuz demeye başlamıştım işte.

Peki böyle bağlıyken bu oyuna, hem de taraftarıyken böylesine bir takımın, parçasıyken bu güzel sporun neden komple yasaklanmalı diyorum.

Çünkü bizim bu güzel oyunu hak edecek bir tarafımız kalmamış artık.

Fenerbahçe Trabzon deplasmanına gitmiş, Karadeniz Teknik Üniversitesi'ndeki bir avuç taraftar da takımı karşılamaya havaalanına. FB TV'de bu karşılamayı gören bir Trabzonsporlu da bu görüntüyü Facebook'taki onbinlerce hayranı olan sayfasında aşağıdaki şekilde paylaşmış.


Bu çocuklar belki de ailelerinden yüzlerce kilometre uzaktalar, belki de Trabzon'da doğmuşlar ama Fener'e gönül vermişler kim bilir.

Allahaşkına bırakın Feneri, Trabzon'u. Yemişim Fenerini, futbolunu, sporunu. Kimin hakkı var bir insanı sadece tuttuğu takımdan dolayı onbinlerce insanın önüne atıp "Kellesini getirin" demeye?

Bir kız var orda. Görmeyin formasını falan. O kız sizin kardeşiniz, arkadaşınız, kuzeniniz olsa ve bu sayfada "Bu kıza tecavüz edin" yorumlarına onlarca "Like" verdiliğini görseniz, "Benim sınıf arkadaşım telefonu de 053...." diye telefonunun paylaşıldığına şahit olsanız ne yaparsınız?

Polise mi gidersiniz?

Gitmeyin polise falan, çünkü yorum yapanların arasında devletimizin polisi de var ve bakın ne diyor bizi korumakla görevli memurumuz :


Burda Trabzonsporlular şöyledir, böyledir demeye getirmeyeceğim lafı çünkü şu saatten sonra bu işin Trabzon'u Fener'i falan kalmamıştır.

Daha geçen hafta Avrupa'da kupa kazanmış voleybolcu kızları karşılamaya giden 12 yaşındaki çocuğun kolu kırıldığında "Oh olsun" diyen adam da aynıdır, üstteki yazılanları görüp "Aynısını biz de burdaki Trabzonlulara yaparız" diyen adam da aynıdır. Kulüp yöneticileri de "Sahaya çakı atılmış ama kapalı"diye savunma yapıyor zaten.

Valla en iyisi komple yasaklansın futbol.

Dayım'ın sevdiğim bir lafı vardır :

Size bok layık değil!

Büyük Ada'm

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 22:22

6

Bir şey geldi oturdu boğazıma. En son Barış Manço'da olmuştum böyle. O biraz çocukluğa vedaydı sanki de bu başka bir şeyden koparttı da diyeceğim o da değil. Sarı Lacivertten kopmak mı olur!

Tamam yaşlıydı, hastaydı da sanki hiç ölemez gibi geliyordu. E hayattayken heykeli dikilen kaç adam var ki şu dünyada.

Şimdi onlarca şey yazılacak ardından "Şöyle efsaneydi böyle büyük topçuydu" falan diyecekler de efsaneden fazlasıydı Lefter Küçükandonyadis.

Şimdi anlıyoruz Galatasaraylıların Metin Oktay öldüğünde ne hissettiğini..

Çok üzüldüm çok. Valla oturdu bak şurama.

Karşı kıyıydı Lefter. Karşı kıyı, karşı kıyı değil de yan kapı komşumuzken, yanıbaşımızken bizim evimizde büyüyen, evinde büyüdüğümüz, akşam evinde kalmaya gittiğimiz arkadaşımız, ağbimizdi.

Büyük Ada'ydı Lefter.

Büyük Ada'mdı Lefter.

Sarıydı, Lacivertti.

Sportmendi,

Türk'tü. Rumdu.

Karşı kıyının bu tarafıydı. Bu tarafı karşı kıyıya götürendi.

Çubuklunun en çok yakıştığı adamdı Lefter.

Fenerbahçe'ydi Lefter.

Metin Oktay'ın Takımı

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:36

31

Metin Oktay parlak yıllarındayken Fenerbahçe yöneticisi Müslüm Bağlar ile bir yemekte buluşur. Boş bir çek uzatır ve "Rakamı sen yaz Metin" der Fenerbahçeli yönetici efsaneye. Metin Oktay'ın cevabı ise nettir : Bizi sevenleri üzmeyelim baba.


Metin Oktay'ın bu cümlesi takımına sadakati anlatmaz sadece. Rakibine saygıyı da anlatır o "Baba" hitabının içinde. Taraftar olmanın nasıl bir sevgi olduğunu anlatır, naifliği, dürüstlüğü, adam olabilmeyi anlatır. Futbolun sadece futbol, hayatınsa sadece şan şöhret, para olmadığını anlatır.

Metin Oktay'ın bu cümlesinden 50 sene sonra dün akşam Galatasaray taraftarı yeni stadının açılışında dev bir Metin Oktay silüeti açtı tribünde. O silüetin açılmasından 1-2 saat sonra ise stadın yapımını sağlayan TOKİ'nin başkanı Erdoğan Bayraktar aşağıdaki konuşmayı yaptı :



Her ne kadar dünyanın en antipatik maç spikeri Sabri Ugan sesi bastırmaya çalışıp zırvalamalarına devam etse de TOKİ Başkanı'nın söyledikleri ortada. 10 dakika önce yuhalanan başbakanına yalakalık için mi böyle bir konuşma yapıyor Bayraktar; yoksa önceden bu konuşmayı hazırladı da mı yaptı bilmiyorum. Ama bildiğim şu konuşmada sadece acizlikle suçladığı rahmetli Özhan Canaydın'ın değil Metin Oktay'ın da kemiklerini sızlattığıdır. Bu konuşmaya orda yuhalayarak karşılık veren tüm Galatasaray taraftarını da yürekten kutluyorum. Elimde olsa Fenerbahçe formamı giyip orda o kalabalıkla o protestoya katılmak isterdim.

Tamam belki de gerçekten dönemin GS yönetimi ve Özhan Başkan bazı yükümlülüklerini yerine getirememiş olabilir; evet devlet tüm imkanlarını bu stad için seferbar etmiş, stadın yapımında büyük katkı sağlamış, hatta bu stadın kazanılmasında en büyük pay devletindir belki. Ama ne olursa olsun kimsenin bu ülkenin en büyük spor kulüplerinden birini bir stad karşılığında parmağında oynatmaya, acizlikle suçlamaya, "Bizim sayemizde burdasınız nankörlük etmeyin" demeye hakkı yoktur. Eğer buna cüret ederse de sadece Galatasaraylılar değil herkes buna tepki koymalıdır.

Kaldı ki acizlikle suçladığı Özhan Canaydın bu kulüp ve bu stad uğruna belki de hayatını vermiştir. Gerek kişiliği gerekse de duruşu ile her zaman Türk Sporu adın örnek bir karakter olmuştur. Hadi Özhan Başkan'ın anısına saygısı yok Erdoğan Bayraktar'ın, koskoca Galatasaray yönetimi, o koltukta oturan Adnan Polat ve diğer yöneticiler buna nasıl bir tepki vermez?

Bırakın tepki vermeyi bugün kendi taraftarı için "Tek tek kamerayla tespit edip bir daha stada sokmayacağız" demesi de neyin nesidir? 

Metin Oktay'ı kendine sembol edinmiş bir kulüp sırf "Endüstriyel Futbol" ayağına koskoca camiayı milyonların önünde azarlayan, "Bakın size stad verdik nankörlük etmeyin" diyen bir zihiniyete nasıl göz yumar ?

Özhan Canaydın'ın, Metin Oktay'ın, Ali Sami Yen'in kemiklerini sızlatan şu lafları nasıl yutup da hemen özürler dilenir sanki kabahatliymiş gibi?

Bu nasıl bir rezalet, bu nasıl bir basiretsizlik örneğidir.

Bir Fenerli olarak benim canım yandı dün gece.

Bununla da bitmedi olanlar. AKP Samsun milletvekili Suat Kılıç aşağıdaki iletiyi yazdı Twitter sayfasına :


"Tepki koyanlar orda maç izlemesin" diyen bir milletvekili. "Ya sev ya terk et" kafası değildir de nedir bu?

Hani nerde özgürlük nerde demokrasi?

"İtiraz etme, sesini çıkarma, sus otur yerine! Her şeyini bize borçlusun" demeye getiriyor sayın vekil.

Sayın vekil bunu yaparken ufak dalkavuklar da boş durmuyor. Bakın Egemen Bağış’a bağlı AB Genel Sekreterliği’nin müşaviri Yasin Ekrem Serim ne diyor :


Hadi diyelim ki devletimiz ve TOKİ lütfetti de Galatasaray stadına kavuştu ve taraftarı da buna rağmen nankörlük yapıyor. Peki Sayın Serim kimlerin sayesinde o mevkide bunun cevabını verebilir mi acaba?

Beni az çok tanıyorsunuz artık. Ne iktidarın ne de muhalefettekilerin bu ülke için samimiyetle bir şeyler yaptığına inanmıyorum istisnalar hariç. Bu yazı ve bu serzeniş de inanın herhangi bir siyasi bakış açısıyla yazılan bir yazı değildir.

Eleştirdiğim ve içime sindiremediğim hangi partiden hangi kurumdan olursa olsun "Bunu sana ben sağladım, itaat et ve sesini çıkarma" kafasıdır. Bu kafa başbakan olarak da karşımıza çıkıyor, kulüp başkanı olarak da, okuldaki hoca, otobüsteki şoför, işteki patron olarak da.. ve biz ses çıkarmadıkça da varolmaya devam edecek.

Ama bu kafa artık gerçekten de çok oluyor.

Son olarak dün gece yaşanan olaylarda büyük bir nankörlük vardır evet. Ama bu nankörlük ne Başbakan'a ne de TOKİ'ye yapılmış bir nankörlüktür. Bu nankörlük Metin Oktay'ın formasına yapılmış bir nankörlüktür. Ve bu nankörlüğü de bizzat nankörlük(!) için özür dileyen Galatasaray Başkanı Adnan Polat yapmıştır.

Şu olaylardan sonra ben eğer Galatasaraylı olsaydım Türk Telekom Arena'da oynanacak ilk maçın akşamında, TT Arena yerine maçın oynandığı esnada Ali Sami Yen'in etrafında toplanır ve orada tezahüratımı maçı bile izlemeden sadece Ali Sami Yen ve Metin Oktay için yapardım. 

Bir Fenerli'den Ali Sami Yen'e Veda

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 23:01

19

Şu an Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan son maçı izliyorum. "Tatsız tuzsuz maç" der ya hani kodaman futbol yorumcuları; aynen o hesapta bir maç oynanıyor. Futbol yok, atmosfer yok, taraftar saçmasapan bağırıyor falan filan. Aha bi de gol yedi Galatasaray!

Artık hiç çekilmez şu maç.

Oysa şu Fenerli halimle ben bile daha iyi bir şey beklerdim kapanış için. Galatasaray'lı futbolcuların üzerinde sırf Store'larda satılsın diye tasarlandığı belli olan dandik bir forma, karşılarında da Beypazarı Şekerspor. Hem de bu maç Ali Sami Yen'de, yani bu ülkede futbol adına bugün beklentilerimizi bu kadar yüksek tutmamımızın temellerinin atıldığı stadda oynanan son maç.

Dedim ya; şu Fenerli halimle ben bile daha kötüsünü yapamazdım herhalde.

Bir hayal kurdum. Şu stad Fenerbahçe ile oynanacak olan son bir maç ile kapansaydı, Galatasaray parçalı; Fenerbahçe de çubuklu nostaljik formalarla sahada olsaydı, tribünde Turgay Şeren'in yanında Lefter, Can Bartu otursaydı, maç kıran kırana geçseydi de maç sonunda tokalaşıp şu stada veda edilseydi diye... Hayal işte.

Paragrafa başladığım cümlenin çağrıştırdığı Martin Luther King'in bile hayalinin gerçekleşebildiği günümüzde, şu üstte bahsettiğim senaryonun onda birine inanabileniniz var mı?

Hatta bırakın inanmayı bu hayali bile baltalamak isteyen çoğunluktan şüpheniz var mı?

3-0 geriye düşüp 4-3 aldığımız o kupa maçı, 90 dakika ezilip da Galatasaray'ın kalesine gitmeden Johnson'ın absürt golüyle kazandığımız o saçma maç, kazandığımız, kaybettiğimiz nice derbiler, Galatasaray'ın hasetimden, kıskançlığımdan çatlayarak izlediğim Avrupa galibiyetleri ile aklıma kazınan o stad gidiyor şimdi.

Bırakın şimdi birbirinize Platini ve İslam Çupi vecizeleri ile laf yetiştirmeyi. "Gelin birlik olalım sevelim sevilelim" de demiyorum. Ama şu sınırlara bu kadar tel örgü koymayalım.

Ben attığımız golden sonra yanımdaki Galatasaraylı arkadaşıma nanik yapmak istiyorum eski günlerdeki gibi. Ama şimdi yan yana bile oturtmuyorlar bizi.


Fanatik bir Fenerliden Ali Sami Yen'e bir veda olsun bu da.

Gerçek bir Fenerliden gerçek Galatasaraylılar'a bir veda olsun.

Bir zamanlar "Bizi sevenleri üzmeyelim" diyebilen adamların forma terlettiği ezeli rakibimin evine vedasına bir katkıda bulunmamı yadırgamayacak Fenerbahçeliler adına gelsin.

Biliyorum artık bunlar romantizm, bunlar hayal, bunlar ütopya ama hayata sarı-lacivert bakanlar adına en içten şunu söylüyorum : Hoşçakal Ali Sami Yen.

*2000 yılındaki maçta 100 Galatasaraylı'nın arasında maçı izleyen iki Fenerli olarak Johnson'ın saçma golünün sevinciyle dudağıma yumruk atıp 1 hafta Johnson dudağıyla gezmemi sağlayan can dostum adına da gelsin. 

Kaigomai/Yanıyorum

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , , | Posted on 23:15

11

Efendim "Şu twitter denen illet çıktı, bloglar hayli bozuldu" derdim ama burda bozulmadan daha çok tembelliğimiz söz konusu.

Adeta "ulan şimdi film izlemeyim kafam almaz, dizi izleyeyim" diyip de 90 dakikalık film yerine 6 bölüm art arda dizi izlemek gibi bir şey şu yaptığımız.

Sözün özü eşşeğiz işte. Gül gibi bloglarımız varken gidip twitterda kısa cümleler kuruyoruz. Ama yok valla. Valla şu yeni yıl gelsin ağırlık vereceğim bloga ( tutulmayan sözler vol.346)

Neyse bu geçiş yazısı olduğu için kısa tutacağım da işte yolunu yapıyorum.

Bu yılın son şarkısını seçerken biraz da geçen hafta Lefter'in yürekleri ağzımıza getirmesinden etkilendim.

Çok önemlidir benim için Lefter. Ama "Fenerbahçeli olmamın ana sebeplerindendir" dersem yalan olur. Malum, insan henüz 2-3 yaşında bir takım meyil ediyor ve bunun da çok da belirgin bir sebebi olmuyor açıkçası. Seviyorsunuz bir takımı, bir rengi, bir oyuncuyu, bazen de ailenizden kaynaklanıyor ve o rengin aşığı oluyorsunuz. Hem de hayatınız boyunca bitmeyecek bir aşk oluyor bu. Ben de Fenerbahçeli olduğumda açıkçası tanımaz etmezdim zaten Lefter'i.

Yetişemedim ona yaş olarak ama hikayelerini dinledim, onu anlatan çok şey okudum. Gurur duydum onunla aynı takımı tutma şansına sahip olduğum için.

Ama gurur da duydum Metin Oktay gibi bir efsanenin oynadığı bir ezeli rakibe sahip olduğum için. Zaten ben sizin bildiğiniz Fenerlilere de benzemem. Metin Oktay kadar, Süleyman Seba kadar sevmem Aziz Yıldırım'ı, Volkan Demirel'i.

O yüzdendir belki de yakalayamadığım Lefter'e sevgim.

Yaşarken heykeli dikilmez çoğu büyük insanın. İşte Lefter yaşarken heykeli dikilenlerden biri. Hem de sadece sportif açıdan bir bakış açısı değildir onu değerli yapan. Yıllarca bir arada yaşadıktan sonra birbirini düşman bellemiş iki milletin arasında bir köprü olmayı yıllarca başarabilmiş bir adamdır ayrıca o.

Yıllar evvel aynı mahallede yaşamış, aynı ipe çamaşırlarını asmış, aynı cenaze için gözyaşları dökmüş ama yıllar sonra kanlı bıçaklı olmuş iki milletin arasındaki bir köprüdür Lefter.

Yıkılmamış son köprülerden..

Sadece bir futbol efsanesi değil o. Daha bugün 16 yaşında çocukların burnunu kıranların futbolsever, taraftar, sporsever olarak yaşadığı ülkede yaşarken heykeli dikilmiş bir futbol efsanesi.

Bir İzmirli olarak hep içimde bir uktedir bu durum. Neden Smyrna'da doğup büyüyüp de bir Rum türküsüne eşlik edemedim, bir Rum arkadaşım olmadı, bir Ermeni yemeğini tadından tanıyamadım?

İçi boş bir yabancı hayranlığı değil bu. Zaten onlar yabancı da değildi ki. Benden daha çok sahibiydiler bu toprakların. Tıpkı oralardan buraya göçmek zorunda kalan Türkler'in de ordaki toprakların sahibi olduğu gibi.

Şimdi bir Lefter'e tutunduk yitip gitmesin diye yaşarken heykelini diker olduk. Nice Lefterler, Alekolar, Kostaslar orda bu toprakların hasretiyle, nice Ahmetler, Ayşeler burda o toprakların hasretiyle yitip gitti.


İşte bu hasretin şarkısıdır adeta Kaigomai Kaigomai.

Burdaki Ahmetlerle, ordaki Alekoların gözyaşıdır adeta.

Lefter "Beni İstanbul'a götürün" derken Atina'daki hastane odasında, kim bilir kaç tane Aleko, Ahmet, Ayşe, Anna "Kaigomai" ya da "Yanıyorum" diyerek yitip gitmiştir kendi topraklarına hasretle.

Bir gün bi oğlum olursa adını vereceğim adamdır Lefter. Onun nezdinde Türk, Yunan, Ermeni, Kürt değil de önce insan olmayı başarabilen herkes için gelsin bu şarkı.

Kaigomei Kaigomei




Aman aman...

Otan genniete o anthropos, enas kaimos genniete
Ki otan funtoni o polemos, to aima den metriete

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia

Orkistika sta matia su, pu ta ’cha san vaggelio
Tin macheria pu mu ’dokes na su tin kamo gelio

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia

Aman, aman...

Ma si vathia stin kolasi tin alisida spase
Ki an me travixis dipla su, evlogimenos na ’se

Kaigome, kaigome, rixe ki allo ladi sti fotia
Pnigome, pnigome, peta me se thalassa vathia.

****************

İnsan doğduğunda,
Bir dert (acı, keder) doğar,
Savaş şiddetlendiğinde,
Kan ölçülemez

Gözlerinin üstüne yemin ettim,
Ki onlar benim için bir incil gibiydi
Bana vermiş olduğun bıçak yarasını
Sana bir gülücük yapayım

Fakat sen cehennemde derinde,
Zinciri kır ve eğer beni yanına çekersen
Kutsanmış olursun

Yanıyorum, yanıyorum, ateşe daha fazla yağ dök
Boğuluyorum, boğuluyorum, beni derin denize at

*Şarkının sözlerini ve çevirisini ekşisözlük'ten aldım.

Milli Takım vs. Milli Takım

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:00

29

İki günde iki milli maç oynandı ülkenin en çok sevilen iki spor dalında. 

İkisinden de galibiyetle ayrıldık.

Beni bu yazıyı yazmaya itense bu iki takıma bakış açım, açılarımız.


Dün futboldaki Belçika; bugünse basketboldaki Slovenya maçlarını izlerken tepkilerimin ne kadar birbirinden ayrıldığını fark ettim. Aslında uzun zamandır farkındaydım bunun da iki maç art arda olunca bu farklar daha bariz bir şekilde çıktı ortaya.

Zira dün gece ikide iki yapmamızı sağlayan çok önemli galibiyeti getiren gollerde ne kadar ruhsuzsam; bugünkü basket maçında bir o kadar heyecanlı, her baskette yerimden sıçrar bir haldeydim.

"İki maçın önemi ve anlamı farklı" diyebilirsiniz tabi ki. Hani biri telafisi olan bir grup maçı diğeriyse kaybedildiği takdirde turnuvaya veda edilen çok daha zor ve önemli bir maç. Ama bahsetmek istediğim farkların maçların önemiyle pek de alakası yok aslında.

Bahsetmek istediğim iki takıma karşı hissettiklerim.

İtiraf ediyorum ki; ben basketbol takımımızın onda biri kadar bile sevemiyorum futbol milli takımımızı. Hatta daha da açık olayım :

Ben futbol milli takımımızı hiç sevemiyorum.

Bunun başarıyla falan da alakası yok inanın. Hatta en başarılı oldukları dönemde bile bir sempati besleyemiyorum futbol takımına.

Şimdi "vay vatan haini" diyen bir kitle okumuyordur herhalde burayı umuduyla iki takıma karşı hislerimin bu kadar farklı olmasının nedeni olarak gördüğüm bir kaç şeyi irdelemek istiyorum izninizle ;

Futbol milli takımımızın kaptanı Emre Belözoğlu'dur, Emre galip geldiğimiz maç sonrası bile kendisini eleştiren bir gazeteciye hem de binlerce insanın önünde kol hareketi yapar; baskette kaptan Hidayet'tir. O galibiyetten sonra kendisine mikrofon uzatan muhabire sarılıp tezahürat yapmaya başlar.

Futbolda Mesut Özil, Gökhan İnler, Eren Derdiyok, Serdar Taşçı fark edilmeyip elden kaçırılı; fark edilen Borussia Dortmund'un yıldızı Nuri Şahin; Selçuk Şahin'in bile sahada olduğu takıma giremezken; basketbolda Ersan İlyasova Özbekistan'dan keşfedilir; adını duymadığımız Engin Atsür NCAA'den direkt olarak takıma monte edilir.

Futbolda kaybettiğimiz zaman İsviçre maçındaki gibi bizzat futbolcularımızın ve teknik heyetimizin içinde olduğu olaylar yaşar; antrenörümüzün rakibi tekmelediği, oyuncularımızın rakiple tekme tokat kavga ettiği sahnelere şahit olurken; basketbolda oyuncularımız rakibinin elini sıkar, deplasmanda bile olsa rakip taraftarı bile alkışlayarak soyunma odasına gider.

Futbolda kendi taraftarınca bile sevilmeyen, hatta kendi kulubünde bile oynatılmayan demirbaş adamlar mutlaka milli takıma çağrılır; basketbolda ise sadece hak edenlere forma verilir. Yeri gelir Mehmet Okur gibi bir AllStar bile kadroya davet edilmez.

Futbol takımı eğer bir turnuvaya gitmeye hak kazanmışsa o dönemki reklam cıngıllarından sloganlar oluşturulurken; basket takımının şarkısı da sloganı da hep "12 Dev Adam"dır.

Futbol takımı en büyük başarılarda bile takım olamadığı için eleştirilirken; basketbol takımı takımdır.

Futbol takımı büyük bir zafer kazandığı zaman muhtemelen sokaklarda kargaşa çıkar, kornalar gece geç saatlere kadar öttürülür, havaya ateş açanlar yüzünden birileri yaralanır veya daha kötü senaryolar ortaya çıkar; basketbol takımı zafer kazandığı zaman hiç bir şey olmaz.

Futbol takımının maçlarını anlatan spiker hakem lehimize bariz bir hata yapsa bile bunu es geçer, tersi durumda hakemi hedef gösterir, oyuncularımızı her zaman haklı ilan eder; basketbol maçlarını Murat Murathanoğlu anlatır; hem coşturur en güzel şekilde ama coştururken bile eğriye eğri doğruya doğru der hak yemez.

Futbol maçlarını Ömer Üründül yorumlar ağzından "oeeevvvvv, gol oldu, futbol çok enteresan, aut oldu" gibi yorumlar çıkarken; basketbol maçlarını Kaan Kural, İhsan Bayülken, Murat Didin gibi isimler yorumlar adeta maçı yaşatırlar.


Futbol takımı Dünya Kupası'nda yarı finale çıkınca Hakan Şükür saha ortasında takım arkadaşlarına "Kıskananlar çatlasın" diye slogan attırırken, basket takımı Dünya Şampiyonası'nda yarı finale kalınca Hidayet ve Ömer sevinci taraftarla paylaşır.

Futbol takımının en yeteneksizi Sabri'dir; en iyi gününde bile çekilmez; basket takımının en zayıf halkası Ender'dir; en kötü gününde bile mutlaka iyi işler başarabilir.

Futbol takımımız dünyanın en antipatik takımlarından biriyken; basketbol takımımız tüm basketbolseverler tarafından sempati duyulan bir takımdır. 
Basketbol takımımız sportmendir; futbol takımımız değildir.

Biliyorum ki haddinden fazla abarttım. Gittim en uç örnekleri hatta konuyla hiç alakası olmayan şeyleri buldum ve iyice yerin dibine soktum futbol takımını farkındayım.

Ama örneklerin hangisi uydurma ?

Ha derseniz eğer "E zaten futbol takımları hep böyledir, basketbol zaten daha sportmence bir oyundur" falan diye o zaman da size daha farklı örnekler veririm. Misal Yunanistan basket takımı hiç sevilmez. Daha bir kaç gün önce sırf İspanya ile eşleşmemek için Rusya'ya bilerek kaybeden bir takım Yunanistan.

Peki ya Sırplar?

Yugoslav faulü diye bir şey var dünya basketbolunda daha ne olsun.

Daha turnuva öncesi hazırlık turnuvasında Sırp ve Yunan basketbolcular bildiğin meydan dayağı attılar birbirlerine. Bakın şurdan izleyin. Hazırlık maçı bu yahu.

Bizim basketbolcuların bırakın hazırlık maçını hangi önemli maçta o hale geldiğini gördünüz?

Yani diyeceğim şu ki antipatik olacak olduktan sonra basketbolda da bu gayet mümkün.

Peki ya futbolda UEFA'da en çok ceza dosyası olan ülke hangisi? 

Diyorum ya belki fazla abarttım belki biraz kötü niyetliyim ama ben sevmiyorum futbol takımımızı yukarıda saydığım ve daha çoğaltabileceğim şeylerden dolayı.

Basketbol takımımızı ise isterlerse her turnuvayı hüsranla kapatsınlar her zaman yürekten destekliyorum.

Son söz Okay Karacan'dan gelsin :

Bu sıcaklığı futbol milli takımdan görebilir misiniz ? Muhabirin yanında ülkeyle birlikte eğleniyorlar, sevimli, egosuz ve aslan gibi samimi.

Yanıt

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 00:56

15

Uzun ama çok uzun zamandır televizyonda bir şey izlerken bir şeyler gelip de oturmamıştı boğazımın ortasına. Yutkunamaz hale gelmemiştim kim bilir ne zamandan beri.



Hani kendini iyice kaybedip maskota sarılıyor ya; işte orda cidden tutamadım artık kendimi. Gülerek ağladım resmen.

Rakipleri daha çocukluklarından itibaren birer atlet olarak yetiştirilir; yedikleri içtikleri, uyku düzenleri, eğitimleri her şeyleri profesyonel birer atlet olacak şekilde düzenlenirken Nevin; bırakın çocukluğu profesyonel sporcuyken bile antrenman için Mersin'den Adana'ya gitmek zorunda kalan,

2008'de 100 metre engellide yarı finalde elendiğinde büyük ihtimal yarışı izleyen sporsever(!) ülkemin sporsever insanlarının "salak kız" dedikleri,

Spor olarak sadece Futbol'u anlayan ,ki onda bile doğru düzgün bir kültüre kavuşamamış, memlekette sporun hası olan atletizme hayatını adamış,.

Ümit Davalalar'ın, Fatih Akyeller'in adları sokaklara verilirken, Emre Belözoğlu milli takım kaptanı yapılırken, futbol takımlarının günü düz koşu yaparak geçirmesi onun aldığı madalyalardan bile daha önemli bir haber olarak verilirken bile yılmamış koşmaya devam etmiş bir kız.

Benim için artık bir kahraman Nevin.


* Futbolda resmen çile çektirse de bizlere sporun sadece futboldan ibaret olmadığını hissettiren ve bir spor kulübü taraftarı olmanın hazzını her daim yaşatan Fenerbahçe'ye de Nevinler'e kol kanat gerdiği için ayıca minnettarım.

Write The Future

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 14:28

7


Dünya Kupası yaklaştıkça artık tüm büyük markalar reklamlarını Dünya Kupası ve Futbol üzerine kurmaya başladı. Bunların bir çoğu özgünlükten uzak birbirinin benzeri işler olarak kalırken Nike yaptığı kaliteli işlerle aralarından sıyrılıyor.

2 yıl önceki Guy Ritchie'nin yönettiği ve şimdiye kadar futbol temalı en muazzam reklamlardan olan "Take It To The Next Level"i hatırlarsınız:



O şaheserden sonra bir harika işe daha imza atarak bu sefer "Write The Future" diyorlar :



Özellikle Rooney'nin olduğu sahnelere bayıldım diyebilirim. Klasik hüsran sonrası İngiliz Basını'nın yüklendiği adam olmasını gözünde canlandırması; ardından kahramanlık senaryosunda kraliçe ve Federer sahneleri beni benden aldı. Bunun yanı sıra reklamı izlerken zaten gıcık olduğum Dunga'ya Ronaldinho'yu kadroya almadığı için öfkemin katlandığını hissettim.

Fransa'nın gruptan çıkamayacağını; Brezilya ve Arjantin'in ise yarı final göremeyeceğini düşünüyorum ben.

İspanya favorim ve almasını istediğim takım; İngiltere kazanırsa da üzülmem, her kupada olduğu gibi İtalya'ya da gönül bağım var.

Neyse az kaldı az.

Şampiyon Olamamanın Dayanılmaz Hafifliği

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 18:56

21

Her ne kadar uzun bir süre futbol ve spor ile ilgili bir yazı yazmamak adına kendime söz versem de Turkcell Süper Lig’in son haftasında yaşananlarla ilgili bir değerlendirme yapmamak olmazdı.


Hem de kaybeden taraftan biri olarak susmak hiç olmazdı.

Efendim, açıkçası ben 2006’daki Denizli maçında üzüldüğümün yüzde biri kadar üzülmedim haftasonu yaşananlara. Bundan da artık takımıma o kadar bağlı olmadığım sonucu çıkmasın sakın. Tam aksine bu “üzülmeme” durumunun aslında tamamen takımıma bağlı olmakla ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum.

Misal vermek gerekirse; bazen blogda ve diğer mecralarda yazdığım ve Fenerbahçe’yi yeren eleştiriler; diğer takım taraftarları tarafından “vay be helal olsun sana, senin gibi Fenerli mi var..” gibi yorumlar alırken kendi takımımın taraftarlarından küfüre varan tepkiler alıyorum. Ama işin aslında; ne benim tarafsız, objektif olmak gibi bir kaygım var; ne de her iki taraf da beni yeterince anlayabiliyor.

Benim Fenerbahçe ile ilgili getirdiğim tüm eleştiriler tamamen taraflı ve objektif olmayan bir gözle yapılıyor oysa. Zira ben Emre Belözoğlu’nu, Volkan Demirel’i, Bilica’yı, Daum’u bu takıma yakıştıramadığımı ve onların getirdiği başarıların beni tatmin etmeyeceğini söylediğimde aslında tamamen Fenerbahçeli kimliğimle bunları söylüyorum.

Milli takım kaptanlığı yaptığı maçın ardından bile tribünlere hareket çeken Emre’yi takımımda kaptan olarak görmek istemediğimi söylediğimde de, savunma yapmayı sadece çirkeflik olarak algılayan Bilica’nın imza attığı bir galibiyetin ardından sevinemediğimi söylediğimde de, ezeli rakibine karşı topu götüyle kontrol ederek dalga geçtiğini sanan Volkan’a getirdiğim eleştirilerde de aslında en fanatik duygularım ağır basıyor benim

Çünkü benim Fenerbahçeli olmaktan algıladığım artık klişeleşen ve ağızlara sakız olan İslam Çupi’nin sözlerindeki gibi "Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü, ne kupa büyüklüğüdür. Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte, adı konamaz" anlayışındaki bir bakış açısı.

Benim Fenerbahçeli olmaktan algıladığım ve Fenerbahçeli olarak beni mutlu eden şey mağlup olduğunda bile mücadele etmiş bir takımın taraftarı olmak, kazanmaktan çok sahada elinden geleni yapmış bir takım için destek veriyor olmak.

İster inanın ister inanmayın benim şu hayatta Fenerbahçeli olmaktan en gurur duyduğum an ne 6-0’lık Galatasaray galibiyeti ne de Sevilla’yı eleyip Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale kaldığımız andır.

Fenerbahçeli olmanın hazzına en çok eriştiğim 3 an var hayatımda.

İlki; 3-0 öne geçince Simoviç’in kalesinde taklalar attığı, farkı yakalayan Galatasaraylı futbolcuların artislik hareketleriyle dalga geçtiği devreden sonra çıkıp 4 gol attığımız maç ki aslında 6-0’dan çok daha önemli bir galibiyettir.

İkincisi yine ilk yarıyı 3-0 yenik kapattığımız ama taraftarın sanki 3-0 öndeymişçesine takımı alkışlarla soyunma odasında gönderdiği Gaziantepspor maçı.

Üçüncüsü ise aslında kimilerinin hezimet olarak gördüğü ama benim için Fenerbahçeli olmanın aslında ne demek olduğunun tam olarak simgesi olan, tüm maç boyunca harika bir oyun oynadığımız ama kalecisi bile atıldığı halde rakibine direnen ve teslim olmayıp bir de gol atarak bizi Kadıköy’de yenen Beşiktaş’a karşı oynadığımız maç. Hele ki maç sonu hem kendi takımını hem de Pancu’yu kaleye geçirip bizi yenebilen Beşiktaş’ı alkışlayan binlerce insanla aynı takımı tutuyor olmaktan duyduğum hazzı, o maçta duyduğum hüznün hazzını inanın daha sonra hiç bir maçtan alamamışımdır.

Ve yine inanın bunu en fanatik duygularımla söylüyorum.

İşte bu Fenerbahçelilik olgusu son yıllarda hem kulüp hem takım hem de taraftarda iyice kaybolmaya başlamıştı. O formaya hiç yakışmayan oyuncularla doldurulan ve “kazanalım da gerisi önemli değil” zihniyetindeki; mücadele etmek, sorumluluk almak, o formayı taşımak nedir bilmeyen futbolcularla doldurulan, tek vizyonu “günü kurtarmak” olan; İstiklal Marşı’nı söylemek, odasına Atatürk resmi asmak gibi Türk halkının zayıf noktalarının bilincinde çakalca bir popülistlik içindeki basiretsiz bir teknik direktör olan Daum’u hem de yaşattığı büyük şokun ardından tekrar takımın başına getirmek gibi skandal kararların ardından Fenerbahçe , Fenerbahçe olmaktan çıkmış ama buna rağmen bu sezon kör topal son haftaya kadar gelmişti.

Düşünün ki takım sadece Alex’in ayağına bakıyor, Fenerbahçeliler’in nefret ettiği Emre Belözoğlu tribünlerin alkışlamak zorunda kaldığı tek adam oluyor, tek artısı takımın sahaya (güya) 11 kişi çıkmasını sağlayan Güiza, Semih gibi bir Fenerbahçeli’ye tercih ediliyor, tüm bunlar olurken basiretsiz ve kişiliksiz futbolumuz “kazanalım, şampiyon olalım da gerisi önemli değil” gibi bir bakış açısı ile görmezden geliniyordu.
Zaten bu söylediklerimde ne kadar haklı olduğum Trabzonspor maçı sonrası iyice ayyuka çıktı. Zira Bursa maçının berabere bittiğini sanan ve kendini Fenerbahçeli zannedenlerin şampiyonluk kutlaması adı altında sahaya girip Fenerbahçeli olmak nedir anlayamamış futbolcuları(istisnalar hariç)omuzlara alması, timsah yürüyüşü yaparak akılları sıra Bursapor ile dalga geçmeleri ve anonsun yanlış olduğunun anlaşılması sonucu “MABED” dediğimiz ve kutsal saydığımız statı yakmaları durumun vehametini gözler önüne serdi artık.

Düşünün ki Fenerbahçeli olmayı sadece Fenerium’dan orjinal forma almak sanan bu denyoların Fenerbahçeliliği; sadece 1 gol sonunda yerini başka bir ŞEY’e bırakıyordu.

Bana göre bu yaşananlar Fenerbahçe’nin ve türk futbolunun başına son yıllarda gelmiş en hayırlı şey oldu.

Sezon boyunca Türkiye’de futbol oynamaya çalışan ve maçları izlenmeye değer tek futbolu oynayan Bursaspor’un şampiyon olması hem Fenerbahçe’ye, hem Türk Futbolu’na hem de “Bizi nasılsa şampiyon yapmazlar” diyen diğer küçük zihniyetteki takımlara bir tokat oldu.


Bursaspor’un şampiyon olmasına her şeyden önce yukarıda saydığım sorunların artık (umarım) halının altına atılamayacak kadar büyük olduğunu gözümüzün içine sokması açısından sevindim ki bu sorunlar aslında sadece Fenerbahçe’yi kapsayan sorunlar da değil.

Bursaspor’un şampiyonluğunun getirdiği çok büyük bir gerçek daha vardı ki; o da kendilerine “Büyük takım taraftarı” diyenlerin aslında sadece AntiFenerbahçeli olduğunun gözler önüne serilmesi idi.

Düşünün ki kötü geçen ve yanlışlıklarla dolu bir sezonun ardından kendi takımlarının hezimetini görmezden gelip sadece Fenerbahçe’nin başarısızlığı ile mutlu olan bu büyük takım taraftarları daha bir kaç hafta öncesine kadar içlerinde kendi takımlarının da mağlubiyeti olan maçlar sonunda Fenerbahçe’yi maç satın almak, kalecileri bağlamak, hakemleri ayarlamakla suçluyor ama 1 gol sonunda her şeyi unutup “ehe nası koydular size" diye mutlu olabiliyor ve şampiyon olduk sanıp timsah yürüyüşü yapan denyolarla aynı saflara giriyorlardı.

Bunu yapan adamların şöyle bir yazı yazarak kendine Spor Yazarı(!) diyen Selçuk Yula kadar değeri vardır benim gözümde.

Sırf bu yüzden bile Bursaspor’a teşekkür edilmeli bence.

Tüm bunların yanında gözümüzün önündeki Ertuğrul Sağlam’ı bizim gözümüzün içine en SAĞLAM şekilde soktuğu için bile kutlanmalı Bursaspor.

Bursaspor’un şampiyon olması ihtimalinin konuşulduğu dönemlerde “Şampiyonlar Ligi’ne gidip de ne yapacaklar” diyip de sanki her sene Şampiyonlar Ligi’nden hüsranla dönmemiş gibi konuşan büyük takım taraftarlarına inat şampiyon olmalıydı Bursaspor.

..ve oldular da.

Umarım bu yakaladıkları muhteşem rüzgarı uzun süre kaybetmezler de diğer takımlar artık Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı değil de onları örnek alarak yanlış değil doğru modeller ışığında hareket etmiş olur.

Son olarak tekrar Benim Fenerbahçem’e dönersek;

Kadın voleybol takımı şampiyonlar ligi finali oynayan, tüm kupaları süpüren ve Armanın Gururu payesini sonuna kadar hak eden; erkek voleybol takımı, kadın basketbol takımı şampiyon olan; erkek basket takımı, başında hocası bile yokken finale yükselen bir Spor Kulübü’nün taraftarına sporu bu kadar sevdirip de o taraftarı en güzel spor olan Futbol’dan böylesine soğutmaya hakkı yok artık.


Hem de en SAĞLAM çözüm yolu KOCAMAN bir şekilde önümüzde dururken.

Asil Başkan

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 18:41

6

Taraftar olmak bambaşka bir olgu. Kendi adının içindeki "taraf" sözcüğü bile aslında pek çok şeyi açıklıyor. İnsan bir tarafta olunca da diğer tarafa o taraftakiler gibi bakamıyor. Diğer tarafa bakmayı bırak; yeri geliyor ortadaki bir mevzuyu bile sadece kendi tarafındaki bakış açısıyla görebiliyor.

İşte bu yüzden "Arda, Messi'den daha iyi futbolcu" diyen ve buna inanan adamlar geziyor etrafta. Aynı Arda karşı tarafın formasını giyse o Messi'den iyi olan adam bir anda dünyanın en beceriksiz futbolcusuna dönüşüyor o lafı söyleyen adamın gözünde.

Bu durum bazen Arda-Messi örneğindeki gibi komik olabilecek bir hale bürünürken bazen de bulunduğu taraf için insanlara küfretmeyi, onurlarını kırmayı; hatta daha da ileri giderek kan dökülen durumları bile beraberinde getirebiliyor.

İşte bu ortamda kendi takımınız ya da herhangi bir takım hakkında bir şeyler söylemek, yazı yazmak, ahkam kesmek bile çok zor bir hale geliyor. Ben de bazen bu durumla karşılaşıyorum. Kendi takımım hakkında bile yazdığım eleştirilere tahammül edemeyen bir kitle söz konusu. Bu kitle de bizim ülkedeki çoğunluğu oluşturuyor malesef.

Oyunu değil, hatta renkleri de değil, sadece gerilimi seven bu kitlenin çoğunluğu oluşturduğu bir ortamda bir kulübün başına geçmekse gerçekten büyük cesaret isteyen bir sorumluluk örneği. Hele bu sorumluluğu alıp da duruşunu ve saygınlığını koruyabilmek en zoru. Nice saygın iş adamları, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar o sorumlulukların altına girdiklerinde kendilerini kaybedip içlerindeki canavarı ortaya çıkarırken bir adam çıkıyor ve herkese ders verir bir duruş gösteriyor görevde kaldığı süre boyunca.

Ezeli rakibinden tarihi fark yediği maçta, holiganlardan bile daha tehlikeli insanların oturduğu şeref tribünü denen yerde ezeli rakibinin gollerini alkışlayabilecek bir asalet gösteriyor. Kendi taraftarından küfürler yeme pahasına yapıyor hem de bunu. Çünkü bu adam iyi oynayana saygının, kazanmaktan çok daha önemli olduğuna inanan asil bir adam.

Ama "vur kır parçala, bu maçı kazan" diye tezahürat yapan taraftarların olduğu, kaybedilen maçın ardından oyuncularına rakip takım oyuncularına dayak atmayı emreden teknik direktörlerin İmaparator ilan edildiği, milli maçta atılan golün ardından kendisini eleştiren basın tribününe el kol hareketi yapanların milli takım kaptanı yapıldığı ülkede anlaşılmıyor. Anlaşılmadığı gibi de dalga geçiliyor, küfür yiyor.

Bir gün artık o da dayanamıyor bu ortama ve maçı resmen katleden hakemden düdüğünü asmasını bekliyor. Bu yaptığı hareket kimileri tarafından başkanlığı boyunca yaptığı en iyi iş olarak görülürken o, sonradan yaptığı açıklamada hayatındaki en büyük pişmanlığın o yaptığı çıkış olduğunu belirtiyor.

İşte Özhan Canaydın; yöneticileri, oyuncuları, basını, taraftarı çirkeflikten başka bir şey yapmayan Türk Futbolu için çok ama çok fazla gelen bir adamdı.

Bir Fenerbahçeli olarak kendi takımımın yöneticilerinden kim ölse acaba böyle bir yazı yazabilirim diyip, bulamamanın verdiği hüzünle Özhan Canaydın'ı saygıyla anıyor; zamanında kendisine her fırsatta giydiren bademgözseverlerin açıklamalarını da gülerek izliyorum.

Hakem De Hakem

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 06:26

13

 

Uzun zamandır futbol üzerine bir yazı yazmıyordum. Daha uzun zaman da yazacak gibi değildim açıkçası ama iki gündür gördüklerimden sonra yine  tutamadım kendimi.

Daha önce bu blogda Galatasaray'ın taraftar gruplarından ultrAslan mensupları ile, daha doğrusu ultrAslan grubuna bağlı olduklarını söyleyen birileri ile gereksiz tartışmalar yaşamıştım. Gereksiz diyorum zira; ben açık açık derdimi, kafamı neye taktığımı anlatmaya çabaladıkça "tamam kes, akıllı ol, sıkıysa yüz yüze söyle bunları" gibisinden cevaplar alıyordum ki haklarında yazı yazdığım konu gayet de eleştirilecek bir konuydu.

Gelelim beni bu yazıyı yazmaya iten asıl konumuza. Efendim malumunuz ben bir Fenerbahçe taraftarıyım bunu daha önce de dile getirmiştim. Her ne kadar geçen seneki Emre Belözoğlu transferinden sonra "ne maçını izlerim ne formasını alırım" desem de yine en keriz taraftar duygularıyla her sene formasını da alır, her hafta maçını da izlerim takımımın. İki gün önceki Diyarbakırspor maçını da izledim dolayısıyla.

Bir futbol yazısı yazıyorsak işin futbol kısmından da bahsetmemek olmaz ki kısaca değineyim. Ben özellikle Denizli maçından beri takımdaki kazanma arzusunu ve mücadeleyi beğeniyorum. Galatasaray'da görmediğim bir kazanma isteği var Fener'de bu sene. Diyarbakır maçında da kötü zemine ve Diyarbakır'ın kapanma taktiğine (gayet mantıklı buluyorum bu taktiği) rağmen; hatta golü de yediği halde takım yine sonuna kadar golü ve puanı kovaladı. Bundan memnunum bir taraftar olarak. Futbol olarak aynı şeyi söylemek mümkün değil ama çok da şey beklemiyoruz zaten o zeminde.

Asıl konuya dönmek gerekirse de maçın hakemi Koray Gençerler'i yıllardır takip ederim. Kendisi Türkiye'de adını ezbere bildiğim bir kaç yardımcı hakemden biridir. Bunun sebebi de yardımcı hakem olarak görev aldığı maçlarda santimlerle farkedilebilecek ofsaytları sezmesinden ileri gelir. Koray Gençerler başarılı bir yardımcı hakemliğin ardından Orta Hakem olmayı seçmiş ve TSL maçlarına da çıkmaya başlamıştı. O maçlarda gördüğüm yönetimlerini de yardımcı hakemliği kadar başarılı bulmamıştım. Pazar günü oynanan maçta da yine fikrim değişmedi. Yanlış kararlar verdi, pozisyonları yanlış yorumladı. Maça tam hakim olamadı kısaca özetlemek gerekirse.

Ama ben Fenerbahçe'nin maçı kazanamamasında hakemin çok da büyük bir payı olduğunu düşünmüyorum. Maçın berabere bitmesinde en büyük etken Diyarbakırspor'un benim de hiç beklemediğim disiplinli oyunuydu bana göre ki Ziya Doğan'ı da yönettiği takımları da hiç sevmem. Ama o gün Diyarbakır puan almaya geldiğini apaçık belli ediyordu.

İnanın burda şimdi bilinçli , sağduyulu taraftar ayağı yapmıyorum. Gerçekten de benim maçta gördüklerim bunlar. Ama maçın ardından gördüklerime Hıncal Uluç tonuyla "İnanamadımmm...İnanamadımmmm" diyemeyeğim malesef.  Gayet beklediğim şeyler oldu ve hakem Koray Gençerler için hemen darağacı kuruldu.

Hatta ülkemizin muhteşem gençleri hiç üşenmemişler teknolojiden, bilişim çağının nimetlerinden de yararlanmışlar bunun için. Facebook'da maç biter bitmez açılan "Satılmış Koray Gençerler" adlı muhteşem bir zeka ürünü olan grubun üye sayısı 1000leri bulmuş bile.

Bu dahilerden biri yoğun araştırmalar sonucu Koray Gençerler'in Facebook hesabını da bulmuş ve grupta paylaşmış. Paylaşırken de şöyle demiş :

Arkadaşlar  buyrun şerefsizin linki !!! kilitleyin hesabını bloke olsun!!! GÖSTERELİM CUMHURİYETİN GÜCÜNÜ!!!


Cumhuriyetin Gücü ???

Durun daha devamı var. Bu harika paylaşıma cevap yazan başka bir cengaver de şöyle buyurmuş :

ALLAH SENDEN RAZI OLSUN KARDEŞ


"Allah razı olsun valla, tam da linç edecek birilerini arıyordum iyi oldu" manasında sanırım arkadaşın söylediğinin meali.

Bunlar zaten vahim de daha vahimi gruptaki diğer yorumlar. Avatarlarında yanlarında eşleri, sevgilileri hatta çocukları ile poz vermiş bu insanların yazdıkları küfürleri hayatımda ilk kez orda gördüm diyebilirim. Hatta yanında sevgilisi ile fotosu olan biri adama "Koray senin karını s.keyim" yazmış.

En başa dönelim şimdi. Ben yine diyorum ki Koray Gençerler kötü maç yönetti ama beraberlik normal sonuç. Peki Koray Gençerler çok ama çok kötü bir yönetim gösterseydi de diyelim Fener maçı bu hatalar yüzünden kaybetseydi ne olacaktı ?

Madem ülkemizdeki anlayış, maçlardaki pozisyonları yavaş çekimde 55 kez gösterip hakemleri linç etme anlayışı, madem ülkemizin muhteşem yetenekteki(!) futbolcuları formalarını parçalayıp "ya premier lige'e bakıyorum utanıyorum bizim hakemlerden ya utanıyorum" diyor o zaman Premier Lig tarihinin en çok maç yöneten hakemlerinden olan Mike Riley'nin hem de bizim futbolcuların PlayStation'da bile oynayamayacakları Liverpool - Chelsea maçını yönetirken yaptığı hatayı göstereceğim. Gerçi artık buna hata mı başka şey mi denir siz karar verin :


mike riley from her boku bilen adam on Vimeo.

Chelsea'li Bosingwa, Liverpool'lu Benayoun'a herkesin net şekilde gördüğü üzere tekmeyi geçiriyor. Bunu herkes gibi Mike Riley'nin yardımcısı da görüp Riley'i uyarıyor. Ama Riley ne faul veriyor ne kart gösteriyor. Hem de maç Liverpool'un sahası Anfield'da, hem de dakika 90, hem de Liverpool zaten 1-0 önde.


Öncelikle şunu hemen belirteyim ki bu yukarıdaki kendine taraftar diyen denyoların tamamından fazla maç izlemişimdir. O denyoların sadece iddaa bültenlerinde gördükleri takımların maçlarını da yıllardır takip ediyorumdur muhtemelen ve onların hayal bile edemeyecekleri, ki zaten bunun hayalini kurduklarını sanmıyorum, bir SPOR bilgisine sahibim.

"Ben Premier Lig izliyorum utanıyorum bizim hakemlerden" diyen futbolcularımızın da sadece maç özetlerini, hatta sadece maçların gollerini izlediklerinden de ayrıca eminim. Neden diyecek olursanız. Her hafta Avrupa'nın önemli liglerinden en az 3-4 maç izlerim ve size açık açık söylüyorum ki Avrupa'nın değil belki de tüm dünyanın en kötü hakemleri İngiltere ve İspanya'da. 

Abarttığımı düşünenler olacaktır ama Mike Riley, Premier Lig'in en önemli hakemlerindendi ki yukarıdaki pozisyon gibi onlarca pozisyon sayarım size.

Sırf bu hafta Liverpool - Everton derbisinde Everton'lı Pienaar'ın Macherano'ya yaptığı hareketi, Blackburn'lü Samba'nın nasıl oyundan atıldığını, Bolton'un verilmeyen golünü ve maçın nasıl 0-0 bittiğini söyleyebilirim en yakın örnek olarak.

İspanya'ya dönelim. Yine en yakın örnek bu hafta oynanan Barcelona - Getafe maçını izleyenler ne demek istediğini anlayacaktır. Adeta Barcelona'nın yenilmesi için elinden geleni yapan ve 2 kırmızı kart, 1 penaltı veren hakemin ardından Guardiola'nın maç sonu açıklaması şu :

"Hakemler hakkında konuşmak sadece zaman kaybıdır. Geçtiğimiz yıl kazandığımız 6 kupayı bu hakemler görev yaparken kazandık. Beni sahada 10,9 veya 8 oyuncumuzun kalması ya da aleyhimizde 3 penaltı verilmesi ilgilendirmiyor. O zaman 4 gol atmamız gerekir."

Hadi beni geçin Nihat Kahveci geçen Lig Tv'ye "Bizim hakemler İspanya'dakilerden iyi" dedi. 

Fazla uzattım yine biliyorum ve yine biliyorum ki bizim ülkemizdeki hakemler çok üst düzey hakemler değil  hatta bildiğin kötü hakem çoğu ama kendilerine emsal gösterilenleri de görüyoruz işte.

Sen yönetici olarak hakemler hakkında her hafta atıp tut, sen futbolcu olarak her pozisyon kendini yere at, hakeme itiraz et, rakibine tekme sallayıp bir de gördüğün karta itiraz et, sen taraftar olarak kendi oyuncunun çirkefliklerini göre göre hakemlere küfürü eksik etme sonra da "bizdeki hakemler çok kötü"

Ne güzel...

Ayrıca el insaf. Hangi katilin arkasından şu nefreti duyuyor bu ülkenin insanları soruyorum ? 

Mehmet Ali Ağca'ların peşinden koşarken, Ogün Samast'ları hapislerde semirtir, evlendirirken, bu insanlara tepki gösterenleri de adam yerine koymaz "anarşik, vatan haini" ilan ederken; hadi hepsini geçtim yanındaki kıza bakış attı diye adam bıçaklarken, bir hakemi iki yanlış düdük çaldı diye anasına, bacısına hatta karısına sövmeyi nasıl içine sindirebiliyor bu millet.

"Nerden nereye bağladın be HBBA"

Ne bileyim bağladım işte.

Fenerlileri döven Fatih Akyel'e yumruk şov yaptırırken, "Azrail'in biziz Götoğlanı Fener" diyen Tümer'in formasını alırken, her Fener maçı olay olan Emre Belözoğlu'nu kaptan yaparken biz Fenerliler harikayız da iki yanlış düdük çaldı diye Koray Gençerler mi ...

Neyse anladınız işte.

Bu arada yineliyorum ki bu işin Fener'i, Galatasaray'ı yok hepsi aynı. Bizde sporsever yok. Bizde linç var, dayak var, küfür var, şiddet var. Bunun taraftarı da aynı, yöneticisi de futbolcusu da medyası da..

Zaten o yüzden hala Can Bartu'dan Metin Oktay'dan bahsedip duruyoruz.

Zaten biz Spor'un ne olduğunu bilseydik 3 gündür Koray Gençerler'i değil 3 gün sonra Vancouver'da ne olacağını konuşuyor olurduk.

* Ne uzun yazı olmuş gene. Kısa tutacam diyorum uzadıkça uzuyor. Uzun bir süre daha futbol yazmam artık.
** Guardiola'nın açıklaması Flying Dutchman 'den alınmıştır.Onun için  bu linke tıklayabilirsiniz.
*** ultrAslanlı gençlere karşı haddimi aştığım iki yazı için de buna ve buna tıklayabilirsiniz ama sakın yorum falan yazmayın zira dövebilirler beni korkuyorum.

Yok Artık Lehmann !!!

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 07:59

6



Kendisinden zaten oldum olası hazzetmem. Ne Seaman sonrası Arsenal'e yakıştırabildim ne de Alman Milli Takımı'na. Gıcık kişiliğinin yanında iyi bir kaleci de değil bence. Ama kim nasıl tahammül ediyor bu adama yıllardır anlamak mümkün değil.


Delilikle Dahilik yerine Çirkeflikle Manyaklık arasında gidip gelen kaleci Lehmann geçen hafta Şampiyonlar Ligi Maçı esnasında işemesinin üzerinden daha 1 hafta bile geçmeden bu sefer maç esnasında Salihoviç'i bakın ne duruma düşürüyor.



Yaptığı bununla da bitmiyor. Takımı Stuttgart 1-0 önde iken son dakikada rakibe tekme atıp oyundan atılıyor ve maç da tekmeden kazanılan penaltı yüzünden 1-1 bitiyor.


Bu ruh hastası maç sonunda da "takımı yaktın" diyen taraftarın gözlüğünü gözünden alıp adamı peşinden koşturuyor. O da burda.


Valla ben anlamadım bu işi. Van Der Sar gibi kaleciler yıllar geçtikçe olgunlaşırken bu manyak 40'ına geldiği halde her gün daha fazla sapıtıyor.


Bi bıraksa da gitse artık.

Kaleci Hüznü

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 02:45

15

Bu akşam uzun zaman sonra playstation oynayalım dedik bir arkadaşımla.

Hem oyun yeni olduğundan, hem de uzun zamandır elimize joystick almayışımızdan olsa gerek maçlar golsüz geçiyordu.

Ben zaten oyunda bile defansif futbol seven gıcık bir şahsiyet olduğum için "yeni oyun tam benlik" dedim ilk maçlardan itibaren.

Sonra baktık Almanya'nın lisans hakkını da almışlar (Sinir bozuyordu o sahte forma). Bir kaç maç yaptıktan sonra arkadaşım Almanya'yı aldı ben de İspanya.

İlk yarı yine golsüz. İkinci yarının başında federasyonun maşası şerefsiz hakem durduk yerde attı canım Puyol'u (direk daldım adama, doğru kart).

Derken 70.dakikada kaleci ile karşı karşıya kalıp çalımı atayım dedim ve tam çalımı atmışken Almanların kalecisi Enke tarafından Torres indirildi. Ben penaltı-kırmızı kart beklerken Enke'ye sarı kart çıktı.

Her ne kadar penaltıyı gole çevirip son 20 dakika 1-0'a yatıp maçı almış olsam bile maçın sonuna kadar "Enke'yi atmadı şerefsiz hakem, Enke atılmalıydı, Enke'nin hala kalede olması futbol ayıbıdır" diyerek öttüm durdum.

Buraya kadar "ne anlatmaya çalışıyor şimdi bu herif" dediniz değil mi ? Ne biçim bir yazı dili, ne kadar basit cümleler, ne ki şimdi bu..

Sadece 3-4 saat sonra NTV'nin sitesinde son dakika haberi olarak şunu gördüm : Enke Hayatını Kaybetti

Hayat çok garip gerçekten de.

Yıllar önce o İstanbulspor maçında 3 gol yiyen kaleciyi çok iyi hatırlıyorum. Leş bir kahve ortamında Galatasaraylılar'ın alayları ile izlemiştim o maçı. Enke o maçta gerçekten kötü oynamıştı ama; daha ilk maçıydı.Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir dili konuşan bambaşka insanların önünde.

Kör ölür badem gözlü olur demeye getirmiyorum ama bizim pek çok açıdan eksiklikleri bulunan, yeri geldiğinde iki cümleyi bile bir araya getiremeyen şımarık futbolcularımız başka ülkelere gittikleri zaman kendilerini oynatmayan,oyundan çıkaran hocalarına saydırırken daha ilk maçında hatalı gol yiyen bir kaleciyi asmıştık o zaman. (Hatta "Enkelek Çıktı" diye başlık atan kağıt parçalarını da çok iyi hatırlıyorum.)

Gerçi Enke'ye gelene kadar kimler asmadık ki..

Friedel ile özdeşleştirirdim onu hep ben. Galatasaraylılar da Friedel'a sabredemeyip yollamışlar, adam Premier Lig'in gediklilerinden olmuştu. Gerçi onlar 3 günden fazla dayanmışlardı ama neyse.

Enke'nin o İstanbulspor maçında yüzündeki "benim burda ne işim var" diyen ifadenin yanında bir hüzün görmüştüm. Gerçekten..

Gerçi ben Volkan Demirel hariç her kalecide o hüznü görürüm. Yalnız adamlardır kaleciler malum.

Ama Enke'deki hüzün o "kaleci hüznü" değildi sanki. Başka bir şey vardı bu adamda o çatık kaşlarının arkasında sakladığı.

Sonra kovdular 3 gol yedi o maçta diye. Tenerife'ye gitti sonra da Hannover'e. Orda birden parladı tekrar. Önce Kahn ve Lehmann'ın yedeği sonra da birinci kaleci oldu Alman Milli Takımı'nda

Sonra henüz 2 yaşında iken kızını kaybettiğini duymuştum. İşte o zaman o gördüğüm hüznü ona yormuş, kendimi haklı çıkarmıştım aklımca.

Bugün intihar ettiği haberini okuduktan sonra birazcık gezdim dolaştım nette. Bu fotoğraflara rastladım.


Hasta kızıyla beraber çektirdiği fotoğraflar. Doktorlar fazla yaşamaz demişler o zaman kızı için. Ama gülüyor yine de, seviyor kızını deli gibi ama ayrılacağının da bir o kadar farkında bir gülümseme var suratında.

O gizlediği hüzün bu sefer yanı başında burnunda hortumuyla somutlaşmış sanki.


Rahmetli anneannem böyle beklenmedik hastalıklar, ölümler karşısında "demek ki hep içine atmış" derdi. Daha fazla atamamış artık demek ki Robert Enke. Bırakıvermiş bugün kendisini kızının yanına.

Hayat gerçekten de çok kısa ve acımasız. Boşu boşuna kırıp döküp geçiriyoruz her şeyi, herkesi. Ama nice tokat yesek de bıkmıyoruz bundan, bıkmayacağız da. Yine saçmalayacağız, yine zırvalayıp aptal şeyler için kıracağız birbirimizi ve aslında hiç bir şeye değmeyeceğini bize sadece ölümler hatırlatacak. Sonra yine devam edeceğiz saçmalarımıza. Sonra yine yine.

Gün gelecek tüm takım gitmiş, koca sahada eldivenler ve bir topla baş başa kalacağız. Hayat boyu kendimize attığımız şutları niye çıkaramadığımızın hesabını yapacağız. Tutmayacak hiç biri.

Tutsa da maç çoktan bitmiş olacak zaten.

*Robert Enke gittiği yerde umarım kızına kavuşmuştur. Bu arada kıytırık galibiyetlerde bile sabaha kadar resmi siteyi güncelleyen fenerbahçe.org'un hala bir mesaj yayınlamamasını da şaşırmadan izliyorum.