İçini Dök

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 01:57

9

3 gündür bu şarkıya yazı yazayım diye açıyorum blogu. Sonra bir şekilde bi işim çıkıyor yazıyı taslak olarak kaydedip yarın tamamlarım diyorum.

Ertesi gün bi önceki gün yazdığım yazıdan bağımsız bambaşka bir yazıya başlıyorum bu şarkıyla ilgili.

3 günde 3 farklı hikaye ve üçü de yarım kaldı yok şurdan anlatayım diye.

Bazı şarkılar öyle işte. Hayatınızın bir çok anında fondaki şarkınız oluyor siz canlı klibinizi çekerken.

Bu da öyle şarkılardan.

3 yazının tek ortak noktası otobüstü. 

Çok garip zamanlarda, çok garip yerlerde dinledim bu şarkıyı. Ama en çok otobüs yolculuklarıma yakışıyordu sanırım. Kafamı otobüsün camına dayayıp karanlıktan pek seçemediğim yol kenarındaki evlere, tarlalara, binalara bakıp hüzünleniyordum bu şarkıya denk gelince.

Önümdeki topkek ve çaya aldırmadan hayatımın film şeridi gibi geçtiği otobüs yolculuklarında hüzünlenmeyi başarıyordum ne gerek varsa. Aynı şey uçağa binince olmuyor bak. Artık o konfor mu, yoksa kısa sürmesi mi bilmiyorum..

Neyse.

***
Bugün perşembe. Hatta az sonra cuma olacak. Şu şarkının yazısını üç gündür ne zaman tamamlamaya çalışsam başka bi şekle bürünüyor, başka bi şey anlatmaya başlıyorum. Hatta şu an bu şarkıyı değil şu şarkıyı dinliyorum. O derece uzaklaştım.

Bugün ben uzun zaman sonra konuşmaktan çok dinledim. Dinledim ve dinlemekten zevk aldım. Kendim konuşuyormuş gibi de oldu, benden çok alakasız gibi de; ama dinlemeyi özlediğimi anladım. Dolu ya da boş ama içindekini çok güzel dökebilen birini dinlemeyi özlemişim.

****

Cuma olalı bir kaç saat oldu. Az önce "neredeyse cuma" diye kurduğum cümleden bir kaç dakika sonra yine bi şeyler oldu bilgisayara.

"Format at lan" demeyin. Başka bi şey var sanki. Bu yazı tamamlanmak istemiyor ya da böyle bölük pörçük alakasız dağınık bi şey olmak istiyor.

Kalsın böyle. Şarkıları dinleyelim biraz susup.. 

Önce aşağıdakini sonra da bunu.



Tuttuğun altın olsa bile
Geride kalanları düşünmezsen
Şans hep sana gülse de
Yaptığın onca şeyi görmezsen

İçini dök düşünmeden
Hiç üzülmeden
Sonra sen sen olursun

Tuttuğun altın olsa bile
Geride kalanları düşünmezsen
Kalplerde saklı olsa bile
Saflığa giden yolu görmezsen

İçini dök düşünmeden
Hiç üzülmeden
Sonra sen sen olursun

Kan

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 23:58

27

Çok güzel topraklarda doğduk biz. Çok şey görmüş, çok şey yaşamış, çok büyük insanları üzerinde yaşatmış, sonra içine almış topraklarda.

Çok da güzel çocuklarımız vardı bizim. Şanslı çocuklardı çünkü böyle topraklarda doğmuşlardı bi kere.

Sapan tutuşturduk önce ellerine o çocukların, kuşları öldürdüler. "Aferin oğlum" dedik. Yetmedi ama.. Yetmeyince oyuncak diye tabancalar aldık onlara. Numaradan vurdular birbirlerini "dışın dışınnn" diye bağırıp.

Sonra okullara yolladık onları. Öğrenmeleri lazımdı her bi şeyi. Ama en çok nerde yaşadıklarını öğrenmeleri lazımdı.

Dedim ya çok değerliydi bizim topraklarımız. Büyük adamlar, büyük analar, büyük insanlar yatıyordu içlerinde. "Şehit kanlarıyla kurtardık bu vatanı" dedik hep. Evet öyleydi de zaten. Ne insanlar uğruna canlarını vermişlerdi vatan uğruna.

Çocuklarımıza da bunu öğrettik hep.

"Bakın ne askerlerimiz öldü, ne savaşlar verdik biz" dedik.

Aslında o kadar çok şeye bakarak sevilirdi ki buralar.. Ama biz en çok kanlara bakıp sevmelerini istedik.

Asker gibi sıraya dizdik onları daha bacak kadar veletlerken.

"Rap rap rap" diye yürüttük daha boyları bile bir adım etmezken.

"Atatürk büyük askerdi" dedik; önce "Çok büyük insandı" diyebilecekken.

Büyüdüler çocuklar boyları uzadı. Boyları uzadıkça vatan sevgileri de arttı. Ama hep vatan diyince önce savaşları, önce şehitleri, önce tabancayı düşünür oldular.

Şarkılarımız da vardı oysa bizim, şiirlerimiz de.

Ama marşlar kaldı akıllarında.

"Düşmanımız çok" dedik çocuklarımıza hep. "Yunan'la savaştık, Ermeni'yle savaştık, Rus'la savaştık, tüm dünyayla savaştık" dedik.

Doğruydu savaşmıştık ama beraber yaşamıştık da hani..

İstanbul'u fethetmiştik ama kiliselere dokunmamıştık hani.

"Rumları yenmiştik ama yıllarca birlikte de yaşadık" diyemedik, demedik.

Şehit kanı vardı bizim bayrağımızda evet ama aşkın da kırmızısı değil miydi o? Gülün rengi de değil miydi?

Tutkunun rengi, sevginin, kalbin rengi de değil miydi?

Bir tek kan mıydı o kırmızı?

Sadece kan mıydı?

O beyaz saflığın, temizliğin, barışın, güvercinin de rengi değil miydi?


Daha da büyüdü çocuklar.
Vatanı daha çok sevmeleri için askere yolladık. Atatürk'ü daha çok sevsinler diye "En büyük komutan Atatürk" dedirttik.

En büyük komutandı ama en büyük barışçı da değil miydi?  Destansı savaşlar kazanıp da "Yurtta sulh cihanda sulh" diyebilen biri değil miydi?

"Vatan sana canım feda" dedirttik sanki bu vatan sadece canımızla beslenmiş gibi.

Bu vatan Mevlana ile Yunus ile de beslenmemiş miydi?

Vatanımızı sevdikçe dünyayı sevemez oluyorduk. Sevgimiz büyüdükçe vatanımıza, dünyaya nefretimiz artıyordu.

Tüm dünya karşıydı bize zaten. Ama en çok içimizde vardı o hainlerden.  Ermenisi, Kürdü, Rumu doluydu içimizde.

Kan lazımdı bize daha çok.

Sırtından vurduk kardeşimizi. Gittik herkesin gözü önünde, bağıra bağıra, dünyaya ilan ede ede, sırtından vurduk.

"Bir Ermeni öldü diye yürüdünüz, o kadar şehit için hanginiz yürüdü" diyip bir daha vurduk.

"Bir Ermeni öldü diye hepiniz Ermeni oldunuz" diyip bir daha vurduk.

"Vatan satsa bir kişi anında biter işi" diyip bi daha bi daha vurduk.

Küçücük çocuklara taş attırıp bir daha vurduk.

Çocuklarımızı da vurduk biz.
"Önce Türk, önce Kürt" her ne olacaksak; onun uğruna insan olmaktan vazgeçer olduk.

Sapanlarla kuş vuran çocuklarımıza, tabancalarla güvercin vurdurttuk.

Çocuklarımızı katillere dönüştürürken, katillerimizi çocuk yapmaya çalıştık.

Niye böyle yaptık ki?

Ne güzeldi buralar oysa.. Ayıp olmadı mı şimdi bu topraklara?

Kimbra - Settle Down

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:08

13



I wanna settle down
I wanna settle down
Won't you settle down with me?
Settle down

We can settle at a table..
A table for two
Won't you wine and dine with me?
Settle down

I wanna raise a child
I wanna raise a child
Won't you raise a child with me...
Raise a child

We'll call her Nebraska
Nebraska Jones
She'll have your nose
Just so you know

I wanna settle down
I wanna settle down
Won't you settle down with me?
Settle down

Run from Angela Vickers
I saw her with you
Monday morning small talking on the avenue
She's got a fancy car
She wants to take you far
From the city lights and sounds deep into the dark

Star so light and star so bright
First star i see tonight!
Star so light and star so bright
Keep him by side!

I wanna settle down
I wanna settle down
Baby there's no need to run
I'll love you well

I wanna settle down
It's time to bring you down
On just one knee for now
Lets make our vows

* Eksensiz'e kucak dolusu sevgiler.

Metin Oktay'ın Takımı

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:36

31

Metin Oktay parlak yıllarındayken Fenerbahçe yöneticisi Müslüm Bağlar ile bir yemekte buluşur. Boş bir çek uzatır ve "Rakamı sen yaz Metin" der Fenerbahçeli yönetici efsaneye. Metin Oktay'ın cevabı ise nettir : Bizi sevenleri üzmeyelim baba.


Metin Oktay'ın bu cümlesi takımına sadakati anlatmaz sadece. Rakibine saygıyı da anlatır o "Baba" hitabının içinde. Taraftar olmanın nasıl bir sevgi olduğunu anlatır, naifliği, dürüstlüğü, adam olabilmeyi anlatır. Futbolun sadece futbol, hayatınsa sadece şan şöhret, para olmadığını anlatır.

Metin Oktay'ın bu cümlesinden 50 sene sonra dün akşam Galatasaray taraftarı yeni stadının açılışında dev bir Metin Oktay silüeti açtı tribünde. O silüetin açılmasından 1-2 saat sonra ise stadın yapımını sağlayan TOKİ'nin başkanı Erdoğan Bayraktar aşağıdaki konuşmayı yaptı :



Her ne kadar dünyanın en antipatik maç spikeri Sabri Ugan sesi bastırmaya çalışıp zırvalamalarına devam etse de TOKİ Başkanı'nın söyledikleri ortada. 10 dakika önce yuhalanan başbakanına yalakalık için mi böyle bir konuşma yapıyor Bayraktar; yoksa önceden bu konuşmayı hazırladı da mı yaptı bilmiyorum. Ama bildiğim şu konuşmada sadece acizlikle suçladığı rahmetli Özhan Canaydın'ın değil Metin Oktay'ın da kemiklerini sızlattığıdır. Bu konuşmaya orda yuhalayarak karşılık veren tüm Galatasaray taraftarını da yürekten kutluyorum. Elimde olsa Fenerbahçe formamı giyip orda o kalabalıkla o protestoya katılmak isterdim.

Tamam belki de gerçekten dönemin GS yönetimi ve Özhan Başkan bazı yükümlülüklerini yerine getirememiş olabilir; evet devlet tüm imkanlarını bu stad için seferbar etmiş, stadın yapımında büyük katkı sağlamış, hatta bu stadın kazanılmasında en büyük pay devletindir belki. Ama ne olursa olsun kimsenin bu ülkenin en büyük spor kulüplerinden birini bir stad karşılığında parmağında oynatmaya, acizlikle suçlamaya, "Bizim sayemizde burdasınız nankörlük etmeyin" demeye hakkı yoktur. Eğer buna cüret ederse de sadece Galatasaraylılar değil herkes buna tepki koymalıdır.

Kaldı ki acizlikle suçladığı Özhan Canaydın bu kulüp ve bu stad uğruna belki de hayatını vermiştir. Gerek kişiliği gerekse de duruşu ile her zaman Türk Sporu adın örnek bir karakter olmuştur. Hadi Özhan Başkan'ın anısına saygısı yok Erdoğan Bayraktar'ın, koskoca Galatasaray yönetimi, o koltukta oturan Adnan Polat ve diğer yöneticiler buna nasıl bir tepki vermez?

Bırakın tepki vermeyi bugün kendi taraftarı için "Tek tek kamerayla tespit edip bir daha stada sokmayacağız" demesi de neyin nesidir? 

Metin Oktay'ı kendine sembol edinmiş bir kulüp sırf "Endüstriyel Futbol" ayağına koskoca camiayı milyonların önünde azarlayan, "Bakın size stad verdik nankörlük etmeyin" diyen bir zihiniyete nasıl göz yumar ?

Özhan Canaydın'ın, Metin Oktay'ın, Ali Sami Yen'in kemiklerini sızlatan şu lafları nasıl yutup da hemen özürler dilenir sanki kabahatliymiş gibi?

Bu nasıl bir rezalet, bu nasıl bir basiretsizlik örneğidir.

Bir Fenerli olarak benim canım yandı dün gece.

Bununla da bitmedi olanlar. AKP Samsun milletvekili Suat Kılıç aşağıdaki iletiyi yazdı Twitter sayfasına :


"Tepki koyanlar orda maç izlemesin" diyen bir milletvekili. "Ya sev ya terk et" kafası değildir de nedir bu?

Hani nerde özgürlük nerde demokrasi?

"İtiraz etme, sesini çıkarma, sus otur yerine! Her şeyini bize borçlusun" demeye getiriyor sayın vekil.

Sayın vekil bunu yaparken ufak dalkavuklar da boş durmuyor. Bakın Egemen Bağış’a bağlı AB Genel Sekreterliği’nin müşaviri Yasin Ekrem Serim ne diyor :


Hadi diyelim ki devletimiz ve TOKİ lütfetti de Galatasaray stadına kavuştu ve taraftarı da buna rağmen nankörlük yapıyor. Peki Sayın Serim kimlerin sayesinde o mevkide bunun cevabını verebilir mi acaba?

Beni az çok tanıyorsunuz artık. Ne iktidarın ne de muhalefettekilerin bu ülke için samimiyetle bir şeyler yaptığına inanmıyorum istisnalar hariç. Bu yazı ve bu serzeniş de inanın herhangi bir siyasi bakış açısıyla yazılan bir yazı değildir.

Eleştirdiğim ve içime sindiremediğim hangi partiden hangi kurumdan olursa olsun "Bunu sana ben sağladım, itaat et ve sesini çıkarma" kafasıdır. Bu kafa başbakan olarak da karşımıza çıkıyor, kulüp başkanı olarak da, okuldaki hoca, otobüsteki şoför, işteki patron olarak da.. ve biz ses çıkarmadıkça da varolmaya devam edecek.

Ama bu kafa artık gerçekten de çok oluyor.

Son olarak dün gece yaşanan olaylarda büyük bir nankörlük vardır evet. Ama bu nankörlük ne Başbakan'a ne de TOKİ'ye yapılmış bir nankörlüktür. Bu nankörlük Metin Oktay'ın formasına yapılmış bir nankörlüktür. Ve bu nankörlüğü de bizzat nankörlük(!) için özür dileyen Galatasaray Başkanı Adnan Polat yapmıştır.

Şu olaylardan sonra ben eğer Galatasaraylı olsaydım Türk Telekom Arena'da oynanacak ilk maçın akşamında, TT Arena yerine maçın oynandığı esnada Ali Sami Yen'in etrafında toplanır ve orada tezahüratımı maçı bile izlemeden sadece Ali Sami Yen ve Metin Oktay için yapardım. 

Bir Fenerli'den Ali Sami Yen'e Veda

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 23:01

19

Şu an Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan son maçı izliyorum. "Tatsız tuzsuz maç" der ya hani kodaman futbol yorumcuları; aynen o hesapta bir maç oynanıyor. Futbol yok, atmosfer yok, taraftar saçmasapan bağırıyor falan filan. Aha bi de gol yedi Galatasaray!

Artık hiç çekilmez şu maç.

Oysa şu Fenerli halimle ben bile daha iyi bir şey beklerdim kapanış için. Galatasaray'lı futbolcuların üzerinde sırf Store'larda satılsın diye tasarlandığı belli olan dandik bir forma, karşılarında da Beypazarı Şekerspor. Hem de bu maç Ali Sami Yen'de, yani bu ülkede futbol adına bugün beklentilerimizi bu kadar yüksek tutmamımızın temellerinin atıldığı stadda oynanan son maç.

Dedim ya; şu Fenerli halimle ben bile daha kötüsünü yapamazdım herhalde.

Bir hayal kurdum. Şu stad Fenerbahçe ile oynanacak olan son bir maç ile kapansaydı, Galatasaray parçalı; Fenerbahçe de çubuklu nostaljik formalarla sahada olsaydı, tribünde Turgay Şeren'in yanında Lefter, Can Bartu otursaydı, maç kıran kırana geçseydi de maç sonunda tokalaşıp şu stada veda edilseydi diye... Hayal işte.

Paragrafa başladığım cümlenin çağrıştırdığı Martin Luther King'in bile hayalinin gerçekleşebildiği günümüzde, şu üstte bahsettiğim senaryonun onda birine inanabileniniz var mı?

Hatta bırakın inanmayı bu hayali bile baltalamak isteyen çoğunluktan şüpheniz var mı?

3-0 geriye düşüp 4-3 aldığımız o kupa maçı, 90 dakika ezilip da Galatasaray'ın kalesine gitmeden Johnson'ın absürt golüyle kazandığımız o saçma maç, kazandığımız, kaybettiğimiz nice derbiler, Galatasaray'ın hasetimden, kıskançlığımdan çatlayarak izlediğim Avrupa galibiyetleri ile aklıma kazınan o stad gidiyor şimdi.

Bırakın şimdi birbirinize Platini ve İslam Çupi vecizeleri ile laf yetiştirmeyi. "Gelin birlik olalım sevelim sevilelim" de demiyorum. Ama şu sınırlara bu kadar tel örgü koymayalım.

Ben attığımız golden sonra yanımdaki Galatasaraylı arkadaşıma nanik yapmak istiyorum eski günlerdeki gibi. Ama şimdi yan yana bile oturtmuyorlar bizi.


Fanatik bir Fenerliden Ali Sami Yen'e bir veda olsun bu da.

Gerçek bir Fenerliden gerçek Galatasaraylılar'a bir veda olsun.

Bir zamanlar "Bizi sevenleri üzmeyelim" diyebilen adamların forma terlettiği ezeli rakibimin evine vedasına bir katkıda bulunmamı yadırgamayacak Fenerbahçeliler adına gelsin.

Biliyorum artık bunlar romantizm, bunlar hayal, bunlar ütopya ama hayata sarı-lacivert bakanlar adına en içten şunu söylüyorum : Hoşçakal Ali Sami Yen.

*2000 yılındaki maçta 100 Galatasaraylı'nın arasında maçı izleyen iki Fenerli olarak Johnson'ın saçma golünün sevinciyle dudağıma yumruk atıp 1 hafta Johnson dudağıyla gezmemi sağlayan can dostum adına da gelsin. 

Kısa Kısa 11

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:13

13

Daha 1 sene öncesine kadar verdiği bir röportajda "Olası bir İstanbul depreminde kentteki binaların yüzde 70'i deprem açısından güvenli değil...1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden, demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır..." diyen Ali Ağaoğlu, Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencileri tarafından "Yılın İş Adamı" seçilmiş.

Kendisini ve ona bu ödülü layık gören YTÜ öğrencilerini tebrik ediyorum. Gençler hakkaten de "Teknik"i kapmış.

***

İlber Ortaylı, Vedat Milor ve Ayhan Sicimoğlu'ndan oluşan bir kadroyla şehirlerarası yolculuk yapmak istiyorum. Ama belediye otobüslerindeki dörtlü koltuktan var ya, işte onlardan olsun otobüste. Oturma planı olarak da benim yanımda Ayhan otursun, çaprazımda Vedat karşımda da İlber.

***

Malumunuz Efes Pilsen kapanma tehlikesi ile karşı karşıya. Kapanmasına sebep olacak yasanın ise özeti "Gençlerin içkiye özenmesini engellemek". Efes Pilsen bir nesile basketbolu sevdirmiş bir takım. Bakın bira demiyorum takım diyorum çünkü Efes diyince benim aklıma cidden bir basketbol takımı, her yıl Efes Pilsen World Cup gibi dünya yıldızlarının ülkemize getiren bir marka geliyor. Ben Efes diyince Aydın Örs'ü, Ufuk Sarıca, Naumoski'yi, Conrad McRae'yi hatırlar; Murat Murathanoğlu-İsmet Badem ikilisinin muhteşem sunumlarını hatırlarım. Valla toplasanız 10 tane de Efes bira içmemişimdir hayatımda. Ben mi malım acaba?

***

Gençlerimiz Efes Pilsen maçlarını izleyip biraya özeniyor; Atatürk'ün hayatını sinemada izleyip sigaraya, rakıya merak sarıyor; tüm dünyanın "Muhteşem" lakabını taktığı Kanuni Sultan Süleyman'ın hayatını görüp sadece hareme, şaraba özeniyorsa affedersiniz ama sıçayım öyle gençliğe.

***

Facebook'da en sevdiğim sayfa Brezilya Milliyetçiliği. 

oOo ya samba yap ya terk et oOo

***

Ülkemizde yasaklı olan Fizy dünyada "Yılın Müzik Keşfetme Sitesi" seçildi. Eskiden ülkemizde yasaklı olan yazarlar, şairler, sanatçılar dışarda bir şeyler seçilirdi. Zamana harika ayak uydurduk.

***

Galatasaray yönetiminin yaptığını bir Fenerbahçeli olarak ben Galatasaray'a yapmaya kıyamazdım herhalde.

***

Aşk acısı çeken, dersleri kötü giden, işinden atılan, iş bulamayan, hayata küsen, kısaca depresyonda olan ve bir şeyleri unutmak isteyen herkese Flash TV'de "Fıkralarla Türkiye" izlemeyi tavsiye ediyorum. Sadece unutmakla kalmayacak; aynı zamanda beyninize komple format atacaksınız. Eğer acınız çok büyük ve Fıkralarla Türkiye sizi kesmiyorsa biraz da "Evlere Şenlik" izleyin. 100% çalışıyor.

***

Apoel-KSK maçında yaşanan olaylar ve bir kaç gün sonraki Galatasaray-Fenerbahçe U17 maçında yaşananlardan sonra ikiyüzlülüğümüzü göstermek adına alttaki cümleyi yazdım. Anlaşılsın diye de tırnak içine aldım. Gelen yorumlara ise hiç şaşırmadım.

*Bunlar yorumların bir kısmı. Diğerleri sığmadı.

Ben Bir Karaağaç Gölgesi Buldum

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:13

8

Facebook'da gelen arkadaşlık taleplerini kabul ediyorum kim olursa olsun. Hani ben onları kabul edip arkadaş sayısı arttıkça da insanlar bunu bir popülarite göstergesi gibi algılıyorlar ama öyle değil. Facebook kolay bir iletişim yolu. Orda da blog adıyla bulunma nedenim de Facebook'un bu mailden daha kolay olan iletişim yolunu kullanmak. Mesajlara da cevap veririm bu yüzden mutlaka.

İnsanlar hiç tanımadıkları bir insana daha çabul açılıyorlar, daha dürüst, daha rahat oluyorlar. Bir beklentileri, kaygıları olmadığı için de sizden fikir almakta bir mahsur görmüyorlar. Ben de elimden geldiğince naçizane fikirlerimi paylaşıyorum onlarla.

Bundan bir kaç ay evvel de arkadaş listemdeki bir öğretmen adayı bana "Sence nereyi tercih etsem?" diye bir mesaj attı.

Ne yalan söyleyim sonrasında unuttum ben kendisini ne yaptı ne etti aklımdan çıkmış, kendi hayatımın kargaşası içinde.

Derken geçtiğimiz günlerde bir mesaj aldım bu öğretmen adayından. Artık adaylıktan çıkıp öğretmenlik yapmaya hak kazanmış. Hem de gerçek anlamda bir öğretmen olmuş ki "Nasıl?" derseniz attığı şu mesajı göstereyim size :

Merhaba HBBA. Sana gülümseten bir haber vermek istedim.

Ben 8 Aralıkta görevine başlayan bir İngilizce Öğretmeniyim. Hatırlamazsın ama tercih döneminde ,her bi boku bildiğini düşünüp kafa karışıklığıyla "Bozcaada yazsam mı ki listemin başına" demiştim. O günün üstünden günler geçti, kopya çekildiğine kanaat getirildi, sınavı iptal ettiler.Günler geçti, tekrar sınava girdim,Tekirdağ-Çerkezköy- Karaağaç İÖO'na İngilizce Öğretmeni olarak atandım.

Evet, çok batı. Evet çok yakın. Ama hayır, hiç kolay değil.
Okulun çok ihtiyacı var. Aslında keşke pedagog tanıdıkların var mı, diye sorabilsem ama önce okulun donanım eksikliklerini gidermeliyiz.

24 Aralık Cuma "yaşasın sosyal medya" dedim ve bir facebook event'i açtım. Benden çıktı, bizim oldu bu kampanya. Öğretmenlerim de sahiplendi.

Yarın okul günü ve herkesin yüzündeki gülümseme göreceğim.
Daha 2 gün olmasına rağmen 5 bilgisayar, kütüphanemize bir sürü kitap, giysi yardımı sözü geldi. Perdelerimiz, kütüphanemiz, spor salonumuz...Eksiklerimiz çok.

Eğer sen de en azından sayfanda paylaşırsan duyarlı güzel insanlara duyurup bize yardım edersin diye düşündüm. Ne dersin?

Hayalim bir yabancı dil sınıfı açmak ve çocukların oradan ve benden maksimum seviyede faydalanmasını sağlamak. Yolum uzun biliyorum ama bu kendime sözüm aslında, yapacağım!

Okul gazetesi çıkarmaya başladığımızda söz veriyorum yardımını unutmayacağım,sana da bir yazı ayarlayacağım:)

Selamlar, sevgiler.

Gerçek anlamda bir öğretmen derken kastımı şimdi anlamışsınızdır sanırım. "Oh  nasıl olsa atandım, maaşımı alır gider dersimi verir takılırım öyle" demektense çocuklar için gerçekten bir şeyler yapma peşinde biri kendisi.

Ha tanıyor muyum kendisini, tanımıyorum evet; muhtemelen hayatım boyunca da görmeyeceğim (tıpkı bu blogu okuyan insanların da neredeyse hiç birini görmediğim ve görmeyeceğim gibi) ama bana çok samimi geldi kendisi.

Zaten mevzu ben de değilim burda.

Uzun lafın kısası sadece "İyi iyi devam et böyle" demektense hem bloga hem de diğer mecralara taşımak istedim bu samimi bulduğum hareketi. Hani yarışma programına çıkan ünlüler gibi "Aldığım ödülü Eşek Tepmişler Derneği'ne bağışlayacağım" gibi samimiyetsiz gelebilir size ama samimiyetsiz bile olsak, şu durumdan prim yapıyor, duyarlı insan ayağı yapıyor gibi de görünsek en azından belki iki çocuğa faydamız dokunur.

Bizim bu samimiyetsiz samimiyetimizden bile belki birileri çıkar bir kitap bağışlar, o kitap gider bir çocuğun hayatındaki milat olur. Olamaz mı ?

Olur bence.

Olmasa bile bir deneyelim derim.

Facebook Grubu için buna Hale Öğretmen'in Facebook adresi içinse buna tıklayın.

Ayrıca bi el atın cidden, ben o okul gazetesine çıkmak istiyorum.

Nice Pic Hido

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 00:23

22

Bunu dün Ortega paylaştı ve abartmıyorum dün geceden beri ben buna gülüyorum.

     
Hidayetcim hakikaten Birtane'sin.

Yazmak Lazım

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 02:16

10

Hani bana gelen kalıplaşmış yorumlar var ya; "Eskisi gibi değilsin" gibi değil de "Daha sık yazmalısın" tipinde gelen yorumlardan bahsediyorum. İşte onlar çok yerinde yorumlar aslında.

Hatta bugün biri mesaj atmış Facebooktan; "Bir süredir seni takip ediyorum enteresan bir yazını göremedim henüz" gibisinden bir şey yazmış. Beni takip ettiği süreç sanırım 4-5 aylık bir süreç. Haklı buldum bu eleştiriyi. Ben de son dönemdeki yazılarımı okuyunca "Bu insanlar nesini beğeniyorlar bunun" diyorum. İnanın mütevazilik yapıp da sizlerden "Kendine haksızlık etme, süpersin übersin" tipinde yorum almaya çalışmıyorum.

Bilmiyorum belki de insanın kendi sesini duyması gibi bir şeydir bu. Hani bilmezsin ya sesini, normal gelir sana da sonra bir kaset kaydında duyup "Bu ses benim mi?" dersin. Belki de öyledir. Kendi cümlelerim olduğu için bana pek bir özelliğim yok gibi geliyordur. 

Bu tip yazılara eklenen sanatsal görsel
Ama şu da var ki özel hayatımı pek yazan bir insan değilim malumunuz. İsmim, cismim, yaşadıklarım, yaşamadıklarım bilinsin istemiyorum. Bu gizem değil de suretimden çok söylediklerimi bilmesini istiyorum insanların.

Şuraya varmaya çalışıyorum. Mesela şu son 4-5 ayda bir sürü şey yaşadım ben ve bu dönemde bloga yazsaydım çok fazla ben olacaktı. Çok fazla isim geçecekti, çok fazla detay olacaktı. Belki de olmalıydı bilmiyorum. Ama kapanmak istedim biraz içime. Buraya çok dökmek istemedim o tarafı. Bazen de döktüm hafiften biliyorsunuz.

Birileri beğensin diye yazmıyorum evet, ama sıradan olmak da tehlikeli bir durum. Sanırım bunun için bir şeyler yapmam lazım artık. Yoksa "Bu yazıya like verin" değil amaç. Her ne ise o; o "şey"i tekrar yakalamak istiyorum. Bunun için de daha fazla yazmak istiyorum şu dönemde her ne kadar eskisi gibi çok zamanım olmasa da.

O mesaja da verdiğim cevaptaki gibi umarım "Bu adam da kimmiş böyle?" dedirtebilirim size eskisi gibi. 

Neyse efendim. Hazır "Çok yazacağım" demenin sıcağıyla Haftanın Şarkısı'nı da es geçmeyeyim.  Zira Haftanın Şarkısı benim orda burda saatler geçirip ihmal ettiğim şu ca'nım blogdaki en disiplinli bölümdür herhalde.

Yazının bütününe pek de uymayan pek şen şakrak bir şarkı bu çünkü; dün koydum yan tarafa şarkıyı ve aklımda başka bir şey vardı. Yazısıyla en alakasız Haftanın Şarkısı olmuş olabilir idare edin artık.

Neyse efendim sözü daha da fazla uzatmadan;

2010'un en iyi albümlerinden olan Maximum Balloon'dan :  Tiger



Yeri gelmişken ben size bir şey itiraf edeyim mi?

Ben bu şarkıyı uzun zamandır dinliyorum ama klibini ilk kez dün izledim valla.

Peki şarkıyı nerden biliyorum?

Bu şarkıyı Eksensiz'de görüp adeta kilitlenmiştim Daisy Lowe'a. Ama bir bakın kilitlenilmez mi buna?

"Yazı bahane, Daisy Lowe şahane" demekten kendimi alamıyorum.


Çıplaklık falan değil olay; başka bir şey var bu hatunda. Valla.

2010 HBBA Blog Oscarları

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 00:46

10

Şaka maka 1 yılı daha devirdik sevgili izleyenler..

Gazetelerimizin internet sitelerine nazire yaparcasına yaptığım bu girişten sonra "Blog alemi olarak bizim gazetelerden neyimiz eksik, hatta fazlamız var" diyerekten "2010'un en seksileri, 2010'dan akılda kalanlar, 2010'da donu gözükenler" tadında bir liste ile utanmadan devam etmek istiyorum yeni yılın ilk yazısına.

Geçtiğimiz yıl blog alemi biraz twitter'ın gölgesinde kaldı. Bok var gibi çoğumuz canım bloglarımızı bıraktık da kısa cümleler kurmaya başladık.

(Her seferinde twitter'a bok atıp hala orda ahkam kesmelerime devam etmem de benim yüzsüzlüğüm)

Misal bendeniz eskiden ne kadar çok blog okur ne kadar çok yazıya yorum bırakırken; hatta ve hatta okuduğum yazılardan seçmeler yapıp hem o yazıların sahiplerini onore etmek hem de diğer okuyucuların keşfetmelerini sağlamak adına "Ayın Yazıları" gibi bir bölümü devam ettirirken şimdi kendi bloguma bile haftada bir yazı yazar oldum.

Neyse kendime daha fazla yüklenmeden geçtiğimiz yılın blog alemindeki (bana göre) "En"lerini sıralayacağım. Öyle ödül falan yok bende. Davetiyedir, tanıtım ürünüdür falan da vermiyorum. Sırtınızı sıvazladım sayın.

Yılın En İyi Futbol Blogu : Flying Dutchman ve Borges

Aslında çok gidip geldim ikisi arasında ama sonunda ikisini birbirinden ayıramadım. Flying Dutchman'in zaten özel bir yeri vardır bende. Hep söylüyorum blog yazmaya başlama sebeplerimden biri kendisi. Her şeyden öte gördüğüm en disiplinli en istikrarlı blog yazarı kendisi. Her gün en az 1 yazı yazıyor ve hiç bir yazısı da "yazmak için" yazılmış olmuyor.

Borges ise apayrı bir adam gerçekten. Bırakın Bundesliga'yı; futbolla alakası olmayan biri bile onun Almanya Ligi ve hayat üzerine yazdığı yazıların müptelası olur. 


Yılın En İyi Kadın Blogu : Siminya 

Aslında bu "kadın blogu-erkek blogu" kavramı biraz itici duruyor ama sonuçta var böyle bir kavram kızmayın. Erkek oyuncu- kadın oyuncu gibi düşünün.

Her yerde söylüyorum Siminya gerçekten de yıldızı şu blog aleminin. Çok özel bir insan, özel bir beyin. Betimlemeleri, harika tespitleri, detaylardan yakaladıklarının ardında aslında içinde bulunduğu dünyayı özünü bozmadan bir tabloya çevirir gibi resimlemesini seviyorum. Çok da fazla malzemesi olmadan yapıyor hem de bunu. Malzemeleriyle övünenlerin yapamadığını yapıyor. Sanırım bunu blog dünyasında en iyi yapan kişi o. Hatta sanmam; eminim.

Yılın En İyi Erkek Blogu : Dereotundan Nefret Ederim 

Valla bu adamı da çok seviyorum ne yalan söyleyeyim. Bana göre samimiyet kelimesinin blog dünyasındaki karşılığı bu adamdır. Hani bazı tanımadığımız ünlüler için deriz ya "yav şu adamın muhabbeti ne güzeldir" diye işte bu adam da yazılarıyla bunu söyletebilen bir adam. Güzel adam güzel blog.

Yılın En Eğlenceli Blogu : Malın Gözü

Rectoa denen bu adam hem komik, hem her gün yazıyor, hem harika röportajlar yapıyor, hem harika resimler, absürt durumlar paylaşıyor, hem de hiç sıkmıyor. E bir blogdan daha ne beklenir ki. O yandaki anket ve "Ne dediler" bölümü bile her seferinde ayrı güldürüyor beni.

Ne Dediler : Olmamış - Bir Arkadaş  

Yılın Sinema Blogu : Öteki Sinema

Aylık sinema dergileri gibi blog. Hayranlıkla takipteyim.



Yılın Takımı : BlogMania 

Bence bir topluluk olarak yazmak bireysel olarak yazmaktan çok daha zor. Hele hele Blogmania Editörü gibi bir toplulukla yazmak hepsinden daha zordur kanımca. Hani "Alex'in oynadığı Fenerbahçe 2 forvetle sahaya çıkar mı, Sergen'le Tümer yan yana oynar mı?" diye tartışırken millet; bu adamlar BiDost'tan tut Damat Ferit'e, Yesari'den Ukturk'a birbirinden hayli alakasız bir kadroyla zirveye oynuyorlar. Adeta Hollanda'nın Total Futbol'unun blog dünyasındaki yansıması BlogMania. (Bu arada bu seçime şaşıranlar olabilir ama benim de içinde olduğum bir oluşumu yerden yere vurmaları kendilerinin hakkını teslim etmeme engel değil.)

Yılın En İyi Çıkış Yapan Blogu : Hoanes

Blog alemine bir girdi pir girdi, ama sonra sustu kaldı. Ama sırf Yılmaz Özdil yazısı bile efsane olmaya adaydır. Amma ve lakinki öyle değildir. Eyyorlamam bu kadar.

Yılın En Atarlısı : Voodoo Girl

Damarına basarsanız sıçtınız. Bana bile neler dedi. Hey gidi. Ama hak etmiştim ben o lafları. Gerçi açıklamasını da yapmıştım ama olsun arada bir balans ayarı lazım herkese.

Yılın En Göz Ardı Edilen ve Aslında Çok Daha Fazla İlgiyi Hak Eden Blogu : Monteyn

Bu adamı tek fark eden ben miyim acep, meraktayım.  

Hangi Kategoriye Sokacağımı Bilemediğim Ama Değinmeden De Geçmek İstemediğim Blog : Pippi Haşmet

Başlıktan açıklamaya gerek kalmadı sanırım.

Yılın Blog Yazarı : Pucca

Sanırım çok da açıklama yapmaya gerek yok. Seversiniz, sevmezsiniz, tarzı size hiç uymaz hatta belki tiksinirsiniz kendisinden ama kendisinin başarısı bloglar adına kazanılmış bir başarıdır. Yeni yılda geçen yılın büyük bir kısmında yaptığı gibi bloguna ihanet etmemesi dileğiyle. (Az yazmasını kastediyorum)

*********

Efendim bu yazıyla bir süredir ihmal ettiğim blog alemine bir iade-i itibar yapmak istedim. Ama emin olun kimseye yaranma çabası içinde yazılmış bir yazı değildir ki yakın takipçiler bu açıklamayı yapmama bile kızacaklar ama ben yine de belirteyim dedim.

Neyse bu aralar çok yazasım var. Bu yazı da başlangıç olsun.