Merhaba. Nasılsınız? 2019'a da girdik valla. 2 hafta da geçmiş hatta. Zaman çabuk geçiyor değil mi? 10. yıl yazısını yazmamın üzerinden bile 1,5 ay geçmiş. Neyse orda da demiştim artık düzenli yazmaya çalışacağım diye ama işte malum hayat. Bi de o yazma temposunu kaybedince adaptasyon ve geri dönüş biraz zor olabiliyor. Biraz da şu var; hayatımda bu blogu ilk açtığım döneme benzer bir dönem yaşıyorum. Biraz besleniyorum bu ara. Yani çok uzun zaman sonra tekrar film-dizi izlemeye, müzik dinlemeye, oyun oynamaya, kitap okumaya bol bol vakit ayırabiliyorum. Bi de son 2 senedir hiç bırakmadan devam ettiğim spor aktivitelerim var. Anlayacağınız aslında yazmak için malzemem de bollaşıyor. Sadece o rutine geri dönebilmek kalıyor. Bunu da umarım en kısa zamanda başarırım. Efendim gelelim bu yılın ilk şarkısına. Yukarıda da dedim ya oyun oynamaya da geri döndüm diye. İşte bunun en büyük sebeplerinden biri de benim için gelmiş geçmiş en iyi oyun olan Red Dead Redemption'ın yıllardır beklediğim ikincisi ile son dönemde bir hayli meşgul olmam. Hoş, 1 aydır oynuyorum daha ama hala %20'lerdeyim. Evet oyun bitmesin diye biraz ağırdan almış ve her ayrıntıyı kılı kırk yararak, RDR dünyasında kendimi kaybetmiş de olabilirim. (İtiraf ediyorum evden dışarı çıkarken bazen apartmanın önünde atımı arıyorum)
Red Dead Redemption benim için "Video oyunları sanat mıdır?" sorusunu geçersiz kılan bir oyundur. İlk oyun özelinde konuşursak bir oyun değil, içine girdiğim bir western filmidir. Adeta "WestWorld" dizisinin bir simülasyonu gibi. Atmosfer, karakterler, muhteşem senaryo, müzikleri ve muhteşem sonuyla ilk oyun benim için bir sanat eseriydi. (The Last of Us'ı da bu alanda ikinci sıraya koyarım) İkinci oyunda da özellikle John Marston'la karşılaştığım ilk sahnede gerçekten de boğazıma bir yumru oturdu. İlk oyunu oynayanlar sebebini anlamıştır. Arthur Morgan karakteri ile her ne kadar John kadar olmasa da bir bağ kurmaya başladım hafiften. Herhalde en az 1-2 ay daha bitirmeden oynarım. Sıkı takipçiler hatırlar blogda daha önce ilk oyunun muhteşem şarkılarından Far Away'i paylaşmıştım. Bu oyundan da bir şarkı koymamak olmazdı. 2019'un ilk şarkısı Red Dead Redemption 2'den D'Angelo'nun seslendirdiği : Unshaken
Ha unutmadan "Haftanın Şarkısı 89" demişken daha önce duyurduğum HBBA Soundtrack listesini de paylaşacağım yakında. Paylaşmadığım her geçen zaman için beni darlayabilirsiniz. * Bu arada bizim eski soru sorma şeysi FormSpring'in güncel versiyonu CuriousCat hesabımdan da sorular sorabilirsiniz. Onun da linki burada. https://curiouscat.me/herbokubilenadam ** Son olarak Jenerikler yazı dizisinin devamı, Haftanın Vizyondaki Filmi, Netflix Dizi incelemeleri, Haftanın Dizisi yazıları da çok yakında burada. Gelmezse darlayın. Öptüm.
Merhaba. Bu sayfada sizlere ilk "Merhaba" deyişimin üzerinden tam 10 yıl geçti. İnanamıyorum ben de bu kadar zamanın geçmiş olduğuna. En baştan söyleyeyim, aslında blogun 10. yılı için çok özel bir şeyler yazmak istedim. Kafamda kurdum, planladım. Sonra az önce blogu açtım ve dedim ki "İçimden ne dökülürse öyle doğaçlama yazacağım yine". Hep olduğu gibi bu da öyle dökülsün. Ne diyordum. 10 yıl. Resmen 20'lerinde bir çocukken 30'larında bir adama dönüştüm burda gözlerinizin önünde. Hem de siz beni hiç görmeden, sadece kelimelerimle. Tamam kabul öyle çok edebi bir eser değildi burası belki ama resmen hepinizin gözü önünde bir günlük tuttum. Hem de neredeyse hiç gündelik hayatıma girmeden. Bi şeyler yazarken hesap kitap yapmadım hiç aslında. O an içimden ne geliyorsa onları yazdım. "Şu ne der, bunu yazarsam başıma ne gelir" derken bulduğumda ise kendimi hiç uğramadım buraya. Burası benim kendimle baş başa kaldığım yer olmalıydı binlerce insana karşı; kimse yokken karşımda. O yüzden kimliğimi gizledim hep, kim olduğumu değil. Belki de bu yüzden neredeyse ilk aydan itibaren yayıldı bu blog. Bazen bir film, bir şarkı, gündelik bir hadise, politik bir mevzu, bir maç, bir kitap üzerinden kafamdakileri döktüm buraya. Kendimden hiç bahsetmeden kendimi anlattım bir bakıma. Aslında çok garip biliyor musunuz? Çünkü cidden gündelik hayatımı yazsaydım şu süreçte inanın çok daha fazla malzemem olurdu. Hatta bu blogdan haberdar olan çoğu arkadaşım "Ya sen de aslında kendi hayatından yazsan var ya ne para kaldırırsın oğlum ya" demiştir bana. Hadi 10. yıl hatırına biraz döküleyim mi size? Valla bence döküleyim. Bunu hak ettiniz. (Valla para falan vermedi kimse) Mesela ben bu bloga başladığım esnada "Ne iş yapıyor, okuyor mu, yaşı kaç?" gibi temel sorular geliyordu ordan burdan. Doğup büyüdüğüm şehir İzmir'di. O dönem de İzmir'deydim. Üniversiteye devam ediyordum. İş olarak da dadılık yapıyordum 2008 yılında. Bayağı bildiğiniz dadılık evet. 10 yaşında bir erkek çocuğun sorumluluğunu almıştım. Şu an bazıları şoke, farkındayım :) "Acaba zengin bir iş adamı mı, kesin siyasi birisi, zengin züppenin teki ya". Yok lan bildiğiniz dadıydım ben Erkek dadı. Akademisyen bir anne-babanın, kız dadıların baş edemediklerini söyledikleri bir oğlan çocuğuna "Acaba bir genç bir ağbi mi bulsak" dediklerinde arkadaşımın aklına gelmem, ki kendisi çocuklarla aramın iyi olduğunu bildiğinden, beni önermesi ve neredeyse 1,5 yıl boyunca yaptığım iş buydu. Çok şey öğrendim kendisinden. "Kimse baş edemiyor bu çocukla" dedikleri 10 yaşındaki o çocuktan. Sabah 8 gibi evlerine gider, kahvaltımızı eder, annesi üniversitedeki dersine gittikten sonra varsa ödev yapar, ardından oyun oynar, sonra ben onu okula bırakır, akşam 5'te okulundan alır, annesi dönene kadar tüm zamanı beraber geçirirdik. İşim buydu bayağı. Zorlandım mı? Yo harika bir işti. Üste para vermeseler bile yapardım zaten. Zaten çok bi şey de almıyordum ama 10 yaşında, "Ya bu çocukla kimse baş edemiyor" dedikleri çocuğun "Ağbimi özledim niye gelmiyor hafta sonu da" demesi seviyesine gelmek paha biçilemez bir şeydi. Blogun ilk zamanlardaki çoğu yazı o dönem yazıldı mesela :) Sonra İstanbul'dan gelen bir teklif, taşınmam ve içinde yer aldığım güzel işler. Ama benim için hala en özel "iş" odur. Komik ama CV'imde bile o kadar şatafatlı projenin, işin en üstünde hala yazılı durur. Birkaç yerde dalga konusu oldu bu durum ama umrumda olmadı açıkçası. Hatta geçen Öğretmenler Günü'nde mesaj attığım bir öğretmen arkadaşım bana "Ben de senin öğretmenler Günü'nü kutluyorum hayatının bir döneminde sen de bir çocuğun kalbine dokundun" diye yanıt yazdı. O zaman aslında ne kadar güzel bi şey yaptığımı biraz daha idrak ettim. Neyse asıl konumuza dönersek ki beni biliyorsunuz lafı çok uzatırım; blog da şimdi 10 yaşındaki bir çocuk oldu. (Öff ne klişe, şarkılarımın hepsi benim çocuğum diyen vasat popçu gibi) Valla öyle ama ne diyim şimdi. 10 yaşında. Hah aklıma gelmişken blogun tepesindeki bannerda yer alan "Şurda ne yazıyorsa o" sloganı var ya hani. Hah o da aslında elini masaya vurup da "ŞURDA NE YAZIYORSA O AKILLI OLUN" manasında bir slogan değildi. Ya annenannemin lafıydı o:) Bildiğiniz elini alnının üzerine götürür "Şurda ne yazıyosa o guzum" derdi. Anneanneme "Anneanne" demedim hiç hayatımda. Anne derdim. Kendi anneme de adıyla seslenirdim. Hala da öyledir. O dönem her blogun tepesinde bir slogan yer alırdı. Benim de aklıma annemin o sözü geldi. Onu yazdım. Hadi size bir güzellik daha yapayım. Madem yaş 10 oldu. 10 yaşındaki ben ve anneannemin yüzü olsun bu yazının görseli de. Belki 30 yıl sonra görünce de bu yazıyı ve fotoğrafı duygulanırım yine. Zira kendisini kaybedeli 13 yıl oldu bu sene.
Şimdi dönüp bakınca 10 yıla. Hayatımın neredeyse 3'te 1'inde yazmış oluyorum. İçimdekilerin en azından bir kısmını kayda geçmiş oluyorum. Bu çok özel bir durum benim için.
Bazen bir yazıya onlarca yorum geldi, sosyal medyada orda burda bir sürü yerde yazılarımı gördüm. Absürt şeyler de yaşadım burası sayesinde. Bir dönem çalıştığım bir ajansın toplantısında ofisteki en gıcık olduğum çocuk "HBBA'yı önerelim ya bu projeye ben tanıyorum yakın arkadaşım" diye yalan attığında, "Tanıyorum ya bi dönem takıldık" diyen garip kıza "Yazılarını okuyorum selam söyle" dediğimde, nefret ettiğim ünlü birinin benim yazılarımı milyonluk Twitter hesabında paylaştığını gördüğümde çok eğlendim. Düşünsenize birilerinin lise yıllığında bile adım geçmiş. "Hayata karşı duruşumu değiştiren insanlardansın" diye yorum yazmış geçen gün biri. Bir başkası "Babamdan sonra müzik zevkime yön veren insansınız" diye mesaj atmış Twitter'dan. Çok güzel insanlar tanıdım. Bazılarının hala gerçek adlarını bile bilmiyorum ama çok şey paylaştık. Kendimle dalga geçmek için koyduğum bu isim sizin sayenizde anlam kazandı.
Duygulandık değil mi hepimiz. Biraz daha devam edersem ağlayarak sarılacağız gibi bir ortam oluştu şu an. Öhöm öhöm... Neyse yine bir şarkıyla bitirelim. "La La Land"in sonunda yer alan "Epilogue" hem harika şarkıları birleştirmesi, hem filmdeki 10 yıllık sürecin özeti, hem hayatın iniş-çıkışları açısından yakışır gibi geliyor bana. Zaten şu an bu yazıyı yazarken de listemden çalmaya başladı. Güzel denk geldi bence. Son söz. İlk günden itibaren tutun da daha 10 dakika önce bu sayfayı keşfeden kişiler dahil hepinize çok teşekkür ediyorum. Her ne kadar "Ben yine yazardım kimse okumasa da" desek de çoğumuz, hayır öyle değil. Yazmak, okumak kadar güzel olan bi şey varsa o da okunmak. Bunu yaşattınız bana. Hep buralarda olacağım ben. Siz de olun. Sevgiler.
Merhaba, Nasılsınız? İyiyim ben. Bu hafta güzeldi. Son 1 senedir, neredeyse bu blogu ilk açtığım döneme döndüm. Her hafta en az 3-4 film izliyorum. Devam ettiğim diziler var. Günde en az 1-2 (Bazen 7-8 oluyor lanet olsun) bölüm diziye devam ediyorum. Kitap okumaya da başladım tekrar. Spor zaten devam. Geçen hafta dediğim gibi yazılara da başladım artık. Oh valla hayat bana güzel. Bloga tekrar dönmek güzel de eski kitleyi de ucundan kıyısından yakalamak ayrı hoş. Her ne kadar eskisi kadar yoğun bir yorum, etkileşim olmasa da yine de birçok eski dostun bir tıkla da olsa sinyallerini almak hoş oldu. O altın çağımızdaki etkiyi yakalayamayacağımızın farkındayım tabi. Artık devir 1 foto ile like alma dönemi kimse uzun yazı okumuyor. Olsun. Blogda eski serileri devam ettireceğimi söylemiştim. Malumunuz en büyük geleneğimiz de "Haftanın Şarkısı"ydı. Eski okuyucular hatırlar, blogda her hafta bir şarkı paylaşır üzerine de yazılar yazardım. Bazen de sadece sözlerini. Blogun yıl dönümlerinde de "HBBA Soundtrack" adı altında o şarkıların MP3 hallerini bloga eklerdim. O zaman stream olayı bu kadar yaygın değildi. Şimdi çemkirmeyin "Vay korsancı" diye. Neyse size bir sürprizim var yakında. Hatta bayağı yakın zaman. HBBA Soundtrack'te yer alan şarkılardan bir Spotify listesi oluşturacağım. Bu arada unutmadan 3 gün sonra yani 30 Kasım da önemli bir gün. Blogun 10. yaşı! Hakkaten şaka gibi. 10 yıl olmuş bu sayfayı açalı. İnanılmaz değil mi? Çocuk olsa ilkokul 3'e gidecek. 10. Yaş yazısında çok coşacağım şimdiden söyleyeyim. Efendim bu haftanın şarkısına gelirsek de daha önce Chupeeile blogda yer almış Cocoon'dan "I Can't Wait".
Naber? Nasılsınız?Bir dakika önce bi şarkı açalım.
Ben iyiyim. Epey zaman oldu değil mi gene? Bu sefer bayağı oldu evet. Twitter’da bahsetmiştim size, aynı girizgahı yapacağım şimdi.
Son 1-2 yıldır mecralarda bana en çok gelen soru şu oldu: “Neden artık yazmıyorsun?”
Öncelikle insanların bu sitemi inceden mutlu etmiyor değil. Hiç görmediğin bilmediğin tanımadığın insanların, bunca yılın sonunda hala anonim kalabilmiş birinin fikirlerinin eksikliğini hissetmesi benim adıma gurur verici.
Sorunun yanıtına gelecek olursak da bunun birden fazla sebebi vardı. İlki ve büyük nedenlerden biri özellikle Gezi’den sonra yaşadığımız siyasi iklim.
En net ifade ila söylemem gerekirse tırsıyordum. Hep söylüyorum sinema, müzik, kültür-sanat yazıları diye açtığım blog, birden 4’e bölünmüş CNN Türk ekranına dönmüştü. Artık her yazıda içinde yaşadığımız leş siyasi ortama serzenişlerle dolu bi şeye dönüştüm hem burda hem diğer mecralarda. Her "Bu sefer siyasi bi şey yazmıyorum" dediğimde kendimi yine haksızlıklara isyan ederken bulup kendimden bile sıkılmıştım. E yazıp içimi döktüğüm yerden de tehditler alınca, bu tehditler de sadece beni etkileyen şeyler olmayınca inceden yol aldım.
Bir diğer sebep de özel hayat. Malumunuz olduğu üzere ilişkiler, iş hayatı, koşuşturmaca vb. şeylere kaptırınca insan zaten bi derman kalmıyor. Bir de kendine otosansür uygular hale geliyorsun.
Konumuza dönecek olursak; aslında birkaç ay önce yeltenmiştim yazmaya. Hatta bu yazıyı yazmadan önce taslaklarda kalmış yazdıklarım. Aşağıda hatta. Durun koyayım bi dakka.
14 Haziran 2018 Perşembe, Saat 01:06 (Vay be bayağı olmuş, unutmuşum)
2018 Dünya Kupası’nın başlamasına 17 saat kalmış. Konumuzla alakası var mı? Yok gibi. Ama var gibi de olabilir... Gibi gibi...
DeMarkeSports’un 4 yıl önce, 2014 Dünya Kupası biter bitmez attığı “Dünya Kupası’na 1426 gün kaldı” tweetinin üzerinden 1426 gün geçmiş. Oysa dün gibi hatırlıyorum.
Zaten her şey hep dün gibi.
Bu bir futbol yazısı değil. Lakin bazı erkeklerde, bazı futbolsever erkeklerde olan bir özellik vardır. Yılları, önemli olayları, hayatlarındaki dönüm noktalarını Dünya Kupası, Avrupa Futbol Şampiyonası ile kodlarlar kafalarında. İtalya 90‘dan beri bende de bu böyle.
Sonra böyle kalmış o taslak.
Devam edeyim burdan.
“Liseden mezun olduğumuz yıl işte hatırla 2002 Dünya Kupası maçı izliyorduk ya, ordan kalkıp gitmiştik mezuniyet balosuna.”
“Okuldan atıldığım yaz 2010’du ya nasıl hatırlamazsın. Vuvuzelalı Dünya Kupası’nın olduğu sene işte”. Hala kafamda arı vızıltısı gibi sesi dolanır.
Bu futbol turnuvaları çiftli yıllarda yapılır ama gelin görün ki tekli yıllardaki önemli olayları bile o turnuvaya göre kodlar futbolsever erkek kafası.
“Sünnet olmuştuk ya hani 95 yılıydı ya ABD 94‘den 1 sene sonra, Euro 96‘dan 1 sene önce.”
Geçtiğimiz yıl yani 2017 ya da Euro 2016‘dan 1 sene sonrası hayatımın dönüm noktası bir yıl oldu benim için.
Evliydim, ayrıldık.
Doğup büyüdüğüm şehre geri döndüm tam 7 yıl sonra. Bir arkadaşım boşanınca Güney Afrika'ya taşınmıştı. Ona bakınca benimki o kadar da radikal bir karar değilmiş.
Spora başladım. Toplam 20 kilo verdim. (Bayağı bırakmıştım kendimi) Şu akıllı bilekliklerden aldım. Orda gösterilen değer doğruysa 4750 km koşmuşum. Yani nerden baksanız İzmir'den Yeni Delhi'ye kadar koşmuşum.
Galiba birçok şeye neredeyse sıfırdan başladım. 30'larımda hem de.
Aslına bakarsanız 30'lar bir şeylere baştan başlamak için çok da erken yaşlar değil; ama çok geç de değil bilemedim. Kim olduğuna ve nereden baktığına, nerede durduğuna bağlı biraz. Orhan Veli isen mesela 36'da bitiyor hayatın. Ama tabi sen bunu bilmiyorsun. Belki ben de hiç görmem 36'yı. Bilmiyorum ki.
İnsan öleceği tarihi bilse zaten her şey tepetaklak olur.
Le Tout Nouveau Testament filminde vardı. İnsanlara ne kadar ömürlerinin kaldığı bilgisi sms olarak gidiyordu. Çok mantıklı bence. Öyle bir durum olsa gerçekten artık yaşadığın her saniye geri sayıma dönüşür. İstersen 70 yıl daha yaşayacak ol o psikolojiyle 70 saniyenin bile tadını çıkaramazsın. Hayatın bu öngörülemezliği güzel bi şey bence. Ama tabi bunu öngörülemez bi hayat olarak yaşayabiliyorsan. Yoksa bizim toplumun, hatta dünyadaki birçok insanın yaşadığı gibi planlı programlı adeta bir senaryo üzerine kurgulanmış gibi bir hayat yaşarsan aslında o da bir geri sayım oluyor sana.
Okulu bitireyim, Askere gideyim, Dönünce bir kız (tercihen öğretmen) bulayım, Evleneyim, 1 kız 1 oğlan çocuk yapalım. Onları büyütelim ve bu kısır döngü devam etsin.
Hayatımın geri kalanına baktığımda evliliğimin son dönemleri hariç gerçekten de dolu dolu yaşamışım diyebilirim aslında.
Hoş, “Sen potansiyelini aslında tam kullanmıyorsun” laflarını çok duydum evet ama neredeyse hiç keşke demedim. Çok hatalar da yaptım, zamanımı “boş”a çok harcadım ama o boşlar bana çok şeyler kattı.
Hiç de geri sayım gibi yaşamadım hayatı bakın bundan eminim. Yolun yarısına geldim sayılır şimdi.
Ama şu var; "yolun yarısı" diyorlar ya, hah işte hangi yol ki o?
Benim bir yolum yok aslında. Hayat bir yol değil bence. Varış noktası ölüm oluyor eğer bir yolsa. E sonu ölüm olan bir yolda yürümezsin ki. Sonunu bilmediğin bir yola çıkman çok daha güzel bence.
Neyse ne diyordum?
Pöff hiçbir şey dememişim ki. Saçmasapan kendi kendime konuşur gibi yazmışım kaç dakikadır.
Seviyorum ama bunu. Öyle konuşmayı, tıpkı yukarıda bahsettiğim gibi başlangıcı ve sonunu bilmeden bir yola çıkmayı.
Zaten yazmaya başlarken de neyi yazacağımı tam planlamamıştım.
Siminya’nın kitabına başladım bundan tam da 10 dakika önce. Kitabı alalı 1 yıldan fazla oldu ama son 2 yıldır neredeyse doğru dürüst kitap okumuyordum.
Kitapta az önce okuduğum şu paragraftan sonra da açtım bilgisayarımı ve yukarıdaki satırları yazmaya başladım.
Paragraf şu idi:
“Kafamın içinde hiç durmadan konuştuğu halde dışarıya renk vermeyen suskunluğumu seslendirmek için yazmaya başladığımı söyleyebilirim. Bu da “Neden yazıyorsun”a yeni bahanem olsun. İşin güzel tarafı bu kadar çok şey anlattığım halde hala görünmez kalabiliyorsun. Kimseye, “Görün beni” diye bağırmana gerek yok, yazdığın için onlar seni zaten görüyor. Bir diğer deyişle, yoksun ama varsın."
Tam da bu aslında yazma hikayem.
Özellikle de takma bir ad kullanarak yazma hikayem.
Yoksun ama varsın.
"Gözlerim yalnızca bir görüntü.
Gözlerim dış gerçekliği içime aktaramıyor"
Peki ya yazmak? Yazmak içimdeki en gerçeği cümlelere aktarabiliyorsa peki?
İnsanlar okuyorlar seni, ama kimsin nesin, adını bile bilmiyorlar okurken. Fikirlerin, düşüncelerini, duyguların sadece okunan. Çok değerli bir şey bu.
O yüzden tekrar yazmaya başlıyorum. En azından bloga. Belki bi şeye dönüşür mü sonra bilemiyorum. Tek istediğim artık içimi buralara daha fazla dökmek.
Biliyorum çok uzun zaman oldu yazmayalı. "Bloglar da öldü" diyorlar hem artık. Bilmiyorum artık öldü mü ama en azından kendi blogumu canlandırmaya and içtim bu sefer (766. defa).
"Ben bloga geri dönüyorum artık daha sık yazacağım" diye söz verdim kendime ve bloga geri dönmenin en iyi yolu da, konu HBBA Blog ise, her zaman olduğu gibi "Haftanın Şarkısı"ndan geçer tabi ki.
Daha önce "Alt Geçit" ile "Haftanın Şarkısı" olan Farazi ve Kayra'nın Kayra'sından geliyor... Kendisi Korkusuz Korkak filminin karakteri Bombacı Mülayim'in unutulmaz repliği "Mesela Yani"den öyle güzel bir parça çıkarmış ki "Raple işim olmaz" diyenler bile defalarca dinleyebilir.
Farazi ve Kayra ikilisinin diğer işleri için kendilerinin SoundCloud hesabını da sizlere tavsiye ediyorum.
Bu arada ben de hiçbir şeyden eksik kalmayayım diye SoundCloud hesabı açtım efendim. Beklerim hepinizi. Bu da profilim.
(Dinleyiciyim sadece; üretici değil)
Dibin tutarsa bak telaşe,böyle zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir
bekle,mesela yani,yarına yeni bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle
beni de güldürenler olsa,mesela yani
verse 1
sefer taslı
katil,ben mülayim sert'im ,ayakkabında taş misali ızdırabın
emmi,yüzünden elli kez tren kazası geldi geçti,yirmi bin franga söyle
kimde kral dairesi,ser bir paspas,kazma olsanız kazılmaz,ıslatıp kemerle
dövseniz de bende tek silahgelir limon yerim masanda islah etsin,kan
kusarken ıstakayla mıhlayın beni,bak yedirdim,meselayı yani,o gafti
erkek ağzı burada anca(anca) sinek pisliği, ağzının tavanlarında
kursalar salıncak sallanıp da kendi pisler,gider sifon çeker,hele bir
destur aslanım,o bohça dörde katlanır,reste rest,benim elimde hacı bekir
lokumları,sipariş ettim ölümü kendime gecikmesin diye,mermiler temiz
mi? mesala yani..
nakarat
dibin tutarsa bak telaşe,böyle
zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir bekle,mesela yani,yarına yeni
bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle beni de güldürenler olsa,mesela
yani
verse 2
amorti kazım elde son biletle yolumu
kessin,kenefe talip olma şansı sade bana nasip,tepem atarsa tek bir
an,uçan kafayla son sözüm amigo orhan,ölümü zorladın dün
akşam,gözleriyle kan çeken bir evde şimdi gölgen,ızdırabı jaws olup da
güçle dişleyen,hele bir bak ne diyecem;lüzumsuz öfkelerle beslenirken
orada kibre saplanıp da ölmesen,son üçlük ve jordan,full dopingle
armstrong,uche kırık bacakla zıplasın rüyana paydos,kalbi son vapurda
şöyle martılara da fırlat,yeraltında kara kuşakla korkusuz bu korkak,çek
kopar,kürsülerde bol kesimli martaval,istesen de gizlemez vebali hiçbir
leş fular,full zarar,tek bir hamle dakikasında voltran,şimdi şarkı ismi
belli;mesela yani..
nakarat
dibin tutarsa bak
telaşe,böyle zulme gülme,dinamit elde gidene dek bir bekle,mesela
yani,yarına yeni bir tövbe gelse,keşke yirmi ton jöleyle beni de
güldürenler olsa,mesela yani
86. kez Haftanın Şarkısı ile sizlerin karşısındayım sevgili okuyucular. 200'e yakın haftadır, arada aksatarak da olsa 86'yı da bulduk. Aslında daha fazla şarkı da koyabilirdim ama Vimeo ile yaşadığım sorun malumunuz. Zaten davamız hala devam ediyor.
* Şaka la şaka, dava falan yok. "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminden bir sahne yükledim diye Vimeo tüm şarkı ve film videolarımı sildi, maillerime de cevap bile vermedi, blogdaki tüm vimeo videoları da böylece yalan oldu.
Neyse efendim 86. şarkımıza denk gelişim Assasins Creed Revelations oyununun trailerına tekabül ediyor. Bundan yaklaşık 1 buçuk yıl evvel oyunun fragmanı çıktığında "Oha bu çalan şarkı da neymiş böyle" diyerekten Yoann Lemoine'u keşfetmiş ve Woodkid halinin harika şarkı ve kliplerine denk gelmiştim.
Iron da bu projenin hem görsel hem de müzikalite açısından bana göre son yıllardaki en iyi işlerinden birisi.
Buyrunuz;
Woodkid - Iron
Deep in the ocean, dead and cast away,
where innocence is burned... in flames.
A million mile from home, I'm walking ahead.
I'm frozen to the bones, I am.
A soldier on my own, I don't know the way.
I'm riding up the heights... of shame.
I'm waiting for the call, the hand on the chest.
I'm ready for the fight... and fate.
The sound of iron shots is stuck in my head.
The thunder of the drums dictates
the rhythm of the falls, the number of deaths,
the rising of the horns... ahead.
From the dawn of time to the end of days,
I will have to run... away.
I want to feel the pain and the bitter taste...
of the blood on my lips... again.
This steady burst of snow is burning my hands.
I'm frozen to the bones, I am.
A million mile from home, I'm walking away.
I can't remind your eyes, your face.
The Shins pek sevdiğim, pek leziz şarkıları olan bir grup. Kendilerini Garden State ile keşfetmiş akabinde nerde ne şarkıları varsa edinip dinlemiştim. "New Slang" hala başucu diye tabir edilen şarkılarımdandır.
Mart ayında yeni albümleri çıkıyormuş, çıkış şarkıları da adına tezat :
Simple Song
*Bu arada Vimeo telif hakkı falan diyerekten tüm videolarımı silince blogdaki tüm yazılara gömülü videolar gitti. Ayarlayabilirsem hepsini düzeltmeye çalışacağım.
**Bir de şu "HBBA Soundtrack" albümlerini adamakıllı bir paylaşım sitesine upload edip linkini yollayabilecek olan kişiye minnettar kalırım.
Bence hiç ayrılmayacaktık karşı kıyıyla. Hemen saldırmayın Kurtuluş Savaşı yok, Yunan Gavuru falan diye. O değil dediğim.
Diyorum ki mahallelerimizdeki Rumlar, Ermeniler hiç gitmeyecekti bu diyarlardan.
Lütfen gönderdik, denize döktük falan diye de girmeyin. Dedim ya o değil dediğim.
Bence hiç ayrılmayacaktık karşı kıyıyla.
Bence bu kadar ayrılmayacaktık hiç. Ayrılmasaydık eğer mahallemizde Alekolar, Agoplar, Helenalar da olacaktı hala. Bu kadar nefret dolu insanlar olmayacaktık belki de. Şu şarkıları beraber söyleyecektik.
Şimdi bırak Yunanı, Rumu; Türkçe konuşmayan kimseye tahammülümüz kalmadı. Hem de Türkçenin de içine ederek, 150 kelimeyle derdimizi anlttığımız bir dile, aynı dandik melodilere aynı dandik sözlerle şarkılar söylediğimiz bir dile çevirdik.
İzmir bile iz taşımaz oldu artık onlardan.
Seviyorum Yunan şarkılarını ben.
İnsan olan herkesi seviyorum aslında. Meziyete çevirdik ya insan olmayı da ne diyim artık.
Bir böyle dinleyelim şimdi bunu,
Bir de böyle,
İkisi de güzel de ikincisindeki bir şeyler içinize bir ateş düşürmedi mi, içiniz gitmedi mi?
Efendim malumunuz bu blogda her 4-5 yazıdan biri "Epeydir yazamıyordum..., uzun bir süreden sonra tekrar yazmaya başladım... bir süre yazamayacağım" gibi artık nefretinizi kazanan cümlelerle dolu ki aslında bu pek çok blog yazarının aslında hiç içine girmek istemediği ama hayat koşturmacası içinde de malesef çaresiz kaldığı bir durum.
Şimdi bakıyorum da yan taraftaki arşive, ilk yıl (bir önceki senenin Aralık ayını da katarsak) 180 küsur, ikinci yıl 100, şu içinde bulunduğumuz yılda ise sadece 56 yazı yazabilmişim bloga. Bunda da hayatımdaki değişimlerin yanı sıra mikroblog (Twitter) tembelliğinin de etkisi büyük tabi ki.
Tüm bu hengamenin içinde sanırım bu blogun en disiplinli, birkaç istisnai durum hariç, aksamayan bölümü "Haftanın Şarkısı" oldu. 80 küsur haftadır her hafta bir şarkı koyup üzerine yazı yazmaya çalıştım. Öyle de gider umarım.
Darısı (umarım) sinema yazılarının başına. Gerçi dediğim gibi bu koşturmaca içinde zor görünüyor ama..
Neyse diyeceğim şu ki bu blogun bu kadar canlı kalmasında ve okunmasında bir noktadan sonra sadık okuyucu kitlesinin etkisi büyük oldu. Bıkmadan usanmadan bana mesajlar atıp, yorumlar bırakıp neredeyse enseme vura vura yazılar yazdırdınız.
Hep söylüyorum yine söyleyeceğim; gerçekten minnettarım bu blogun okuyucularına. Bakmayın öyle yorumlara falan cevap vermediğime. Vallahi zamansızlık. Cool görünme çabası falan değil.
Neyse bu yıl da geçen yıl olduğu gibi size bir hediye vermek istedim ve geçtiğimiz yıl boyunca blogda üzerine yazı yazdığım, Tumblr sayfamda paylaştığım şarkıları topladım ve "HBBA Soundtrack II" albümünü oluşturdum.
- Linkleri görmek için üye olun esprisi yapmayacağım! -
İndirince göreceğiniz üzere pek çok tarzdan, pek çok türden alakalı alakasız şarkı ve sanatçı göreceksiniz. E bundan daha normal bir şey de yok bana göre. "Ben sadece caz dinlerim şekerim" cümlesi kadar anlam veremediğim bir şey yoktur herhalde şu dünyada.
Valla ben güzel müzik dinlerim, kendime göre güzel müzik. Dolayısıyla Mozart'dan Esengül'e; Yann Tiersen'den Erkin Koray'a, Rembetiko'dan Anadolu Rock'a uzanan şarkılar sizi şaşırtmasın. Malum insan hayatına bir çok şarkı sığdırabiliyor. E insan her gün caz kafasında, her gün Amelie Poulain kafasında da yaşayamıyor koca bir yılı. O yüzden aslında şu albüm bir nevi geçtiğimiz yılımın özeti gibi diyebilirim.
Bu arada bir ricam olacak. Malum bu yüklediğim dosya "Premium" üye olmadığım için belirli bir indirme sonrası silinecek. Geçen yıl hayırsever bir arkadaş kendi premium hesabına upload etmişti de "Dostum link ölmüş" durumunun önüne geçmiştik. Yine aynı iyiliği yapabilecek bir "dost" upload edip linki yollarsa sevinirim.
Efendim sözü fazla uzatmadan ki daha nasıl uzatılır bilmiyorum (konuştuğum kadar yazsam var ya kafayı yerdiniz, yine özet geçiyor sayılırım) sizleri HBBA Soundtrack II ile baş başa bırakıyorum. Dilediğinizi dinleyip dilediğinizi silebilir, düğününüze dans müziği yapıp, asıldığınız kıza "Ben de hastayım onlara bak şu şarkıyı dinledin mi sen" diye yollayabilirsiniz.
Şarkılar üzerine yazdığım yazılar içinbu linke, Tumblr sayfam için buna tıklayabilirsiniz.
Unutmadan ilk HBBA Soundtrack albümü de bu linkte.
Haftanın Şarkısı yine Breaking Bad'in bana armağanlarından biri.
Harika sezon finalinde rastladığım ve her zamanki düz mantıkla "Bir şarkısı böyleyse tüm albüm iyidir" diyerek edindiğim ve yanılmadığım Danger Mouse ve Daniele Luppi'nin Norah Jones ile bileşiminden doğan Rome albümünün Black adlı muhteşem şarkısı.
Böyle Kral TV VJ'leri gibi giriş yapıyorum ya bazen şarkılara bunları mazur görün gençler. Top 10 listesi ile büyümüş bir nesildenim ben. Hem o Kral TV'nin Top 10, Top 20'sinden önce Oya-Bora'dan Oya Küçümen'in sunduğu POP 10 vardı Show Tv'de. Sandalyede yaylana yaylana sunardı programı Oya Küçümen. Hatta ilk programın 1 numarası da Harun Kolçak'dan Gir Kanıma olmuştu da nasıl sevinmiştik evde. Niye sevindiysek. Bak nerden geldi aklıma.
Neyse.
Bu arada geçen yıl size blogun 2.yılı şerefine bir albüm hazırlamıştım hatırlarsınız. Hatırlamayanlar ya da henüz indirmeyenler için şu yazıda linkler mevcut.
Bu yıl da bunu gelenek haline getirip bu sefer bu 1 senede blogda üzerine yazı yazdığım, sadece videosunu koyduğum ya da sadece adını geçirdiğim şarkılardan oluşan HBBA Soundtrack II albümünü az önce bitirmiş bulunmaktayım. (Duyan gören de Onno Tunç'la, Garo Mafyan'la stüdyoda sabahladım sanır. Yav işte toparladım tüm şarkıları topladım bir klasörde onu da upload edeceğim bir paylaşım sitesine)
Yarın paylaşacağım sizinle muhtemelen.
Şimdi yatmam lazım. Biliyorum kaçak güreşiyorum bu ara ama; vallahi söz "daha sık yazacağım".
Valla.
Black
We touched the wall's of the city streets and,
Didn't explain,
Sadly showed us our ways,
Of never asking why?
Cast down it was heaven sent (and),
To the church no intent to repent,
On my knees,
Just to cry.
Until you travel to that,
Place you can't come back,
When the last pain is gone,
And all that's left is black.
Burning nights, he's coming to me and,
Someway, he'll punish my deeds,
And he'll find,
All the crimes.
But then they ask, when they gunna see them,
Then they gunna ask to feel,
The ghost, the walls, the dreams,
Well I've got mine.
At last, those coming came and,
They never looked back,
With blinding stars in their eyes,
But all they saw was black.
Fooled them,
Hoping to seem like a sliver of evil,
But the part agreed and,
It's not a mask,
So be honest with me,
We can't afford to ignore,
That I'm the disease.
Practical, since we had to be in,
When they were all looking back to me,
And they tried,
Oh they tried.
And when you follow through,
And wind up on your back,
Looking at up at those stars in the sky,
Those white clouds have turned it black.
Kızmayın bana. Ben istemez miyim her gün en az bir tane yazı yazayım şuraya. İstemez miyim izlediğim filmleri dinlediğim şarkıları koyayım da üzerine iki üç kelam edeyim. Ama olmuyor işte. İş güç var bir yıldır. Başka şeyler var, altından kalkmak zorunda olduğum sorumluluklar, gerçekleştirmek istediğim hayaller var. İstemez miydim hem hayallerim gerçek olsun hem de hayallerimi yaşayarak yaşayabileyim. Ama olmuyor işte. Zaten artık film bile izleyemiyorum ki doğru dürüst. Ama kötüyüm sanmayın ha. Güzel şeyler oluyor. Hem de çok güzel şeyler. Anlatırım sonra. Şimdi konumuz o değil.
Hep diyorum ya hani "Bu devrin adamı değiliz valla" diye. İşte o bazen çok daha kötü yapıyor insanı. Her popüler olana tukaka diyenlerden değilim ama bazen çok batıyor bana bazı şeyler.
Bozulmuş olanın içinde doğmak koymaz adama. Zaten bozuktur onun devri farkında bile değildir ki bu bozukluğun. O düzen onun normalidir. Fena olan bozulmaya şahit olmaktır en acısından hem de. O geçişi, o deformasyonu, o her ne haltsa işte onun değişimine şahit olmaktır. Kayar gider gözünün önünde pek çok şey. Kaybolur birer birer.
Artık şarkılar şarkı gibi olmamaya başlar.
Hani bir sürü açıklama getirirler bi de bu dejenere olma durumuna; işte yok darbe oldu, yok kriz çok etkiledi gibi bir sürü nedenler sayarlar. Ben de yaparım yeri gelir.
İşin aslı her nesil kendinden sonraki nesli beğenmez. Mutlaka ortada bir "bozulma" olduğunu söyleyip huysuzlanır. Hatta inanın şimdi "Justin Bieber" diye inleyen bir çok velet de on yıl sonra "Çok bozuldu ortam eskişden böyle değildi" falan yazacak oraya buraya. Bizim içinde bulunduğumuz zaman diliminde de bunu yapıyoruz ya zaten. Hep eskiyi yad edip yeni zamana bok atıyoruz. Ama haklıyız biraz da sanki. Zira çok keskin geçişler yaşadık biz. Bizim değişimler çok ama çok kısa sürelerde yaşandı sanki.
Komik gelebilir belki ama bence bu değişimin en önemli sebebini iki insanın gidişine bağlıyorum ben. Biri Zeki Müren diğeri de Barış Manço.
Biliyorum çok da mantıklı gibi değil ama etkileri çok büyük oldu bu iki insanın kaybının bizde. Daha önce ölüm yıldönümünde Barış Manço ile büyümenin nasıl bir şey olduğunu anlatmıştım şu yazıda.
Geçen hafta ise ondan önce giden Zeki Müren'in ölüm yıldönümünü yaşadık.
Zeki Müren hakkında söylenecek çok şey var aslında ama zamanında onu en iyi tanımlayan sözlere bizzat kendisi imza atmış.
Ne kadar zordur aslında insanın kendini anlatması. Bunu yaparken mütevazilik ile kibir arasında çok ince bir çizgide kalırsınız. Çoğu insan tutturamaz o dengeyi. Ama "Sanat Güneşi" bunu da çok iyi kotarmış şarkısında.
Zeki Müren sadece bir sanatçı değildi aslında. Onu bu kadar önemli yapan eşsiz sesi, dilimizi en iyi konuşan insanlardan biri olması, harikulade kişiliği ve zerafeti değildi sadece. O bu ülkede pek çok tabunun yıkılmasını sağlayan bir adamdı.
Biz her zaman bir tarafa atmaya çalışırız insanları. Mutlaka bir sıfat koyarız önüne. Bizim için hiçbir zaman sadece "insan" olmak yetmez. Sağcı-solcu, Türk-Kürt, Fenerli-CimBomlu, Alevi-Sünni gider de gider. Hiçbir şey bulamazsak kadın-erkek diye ayırırız. İkisinin arasındaysan da vay haline.
Zeki Müren hepsidir.
Pis pis sırıtıp "ibnedir ibne" diyen adam da ona Paşa der, en Hümanist, Aktivist tipler de.
Zeki Müren kalptir.
Sadece ses, sadece sanatçı, sadece "Sadece" diye başlayan sıfatlar değildir.
İnsandır Zeki Müren,
Zeki Müren hepsidir. Her şeydir. Herkesten bir şey değil, her güzel şeyden bir şeydir.
Böylece bir kuralımı daha yıktım değil mi? Yaşımı söylemiyorum, suretimi göstermiyorum ya. Çok coolum ya ben. Hep ondandı sandınız değil mi?
Öyle değil be valla bak. Ben zaten yalan söyleyemem. Yani söylerim de yalanımda doğruyu söylerim hep. Tanıyanlar bilir ki söylediğim yalan doğruyu söyleyemediğim yerdeki kamuflajımdır ve hemen anlaşılır pat diye. Hoş, çok olmaz o da. Zaten tutamam kendimi çoğu zaman. Ne çektiysem de ondan çekmedim mi zaten. (Durmadan kendini anlatan adamları hiç sevmem ve giderek onlara dönüşüyorum)
Çektim evet. Çok çektim.
Kime göre neye göre?
Kendime göre Allah'ın cezası kendime göre.
Ben birini seviyorum. Çok hem de. Sorun şu ki o da beni seviyor.
Evet sorun. Yanlış okumadın. Sorun da bu. Niye sorun dersen, bak yemin ediyorum (durmadan yemin eden insanlardan nefret ederim ve giderek onlara dönüşüyorum), vallahi billahi (bak gene) bilmiyorum.
Belki biliyorum da işime gelmiyor diyeceğim de o da değil.
Biz birbirimizi seviyoruz ama işte.
Ya ben bunu anlatmayacağım aslında. Niye bu konuya girdim ki.
Neyse. Hafta sonu Ankara'ya gittim ben. Uzun zaman sonra. 3 yıl sonra. En son onunla gitmiştik. O da 3 saat durmuştuk. Metrosu pek garip Ankara'nın kapıları çok sert kapanıyor, durağın adını azarlar gibi söylüyor. (ULUS!!!)
Annem öleli 6 yıl oldu dün. Aslında annem sağ da anneanneme anne diyordum ben. Son isteği benim elimi tutmak olan bir insandı düşün. Bir insanın son isteği olmak nasıl bir duygu anlatacak değilim. Çünkü gerçekten orda değil gibiydim. Bakamadım da yüzüne zaten. Ne acı.
Teyzemle de konuşamıyorum artık. Çocukluk kahramanımdı oysa o benim. Niye böyle oldu ki. Ne acı.
Ben birini seviyorum. Çok hem de. Ama ben sanırım çok seviyorum. Çok sevmemek lazım. Böylesine sevmemek lazım.
İzmir'i özlemedim lan. ne acı değil mi?
Oysa İzmir'i bırakıp gidemezdim bile. Şimdi umrumda bile değil İzmir. Tamam tamam sakin olun İzmir Cumhuriyet'in kalesidir, hemen Atatürk rozetimi takıp bayrağımı sallıyorum da onu demiyorum ya ben. Manyak mısınız bu nasıl refleks? İzmir'i diyorum İzmir'i, Kale değil, İzmir lan. Çocukluğumun şehrini, Kordon'u, Fuar'ı, Pak Bahadur'u, Güzelbahçe, Narlıdere, Hatay, Karşıyaka'yı ne zaman kaleye çevirdiniz lan.
Ben birini seviyorum diyorum siz Cumhuriyet diyorsunuz.
Neyse ne diyordum. Çok fena saçmalıyorum şu an. Farkındayım.
Kardeşimi özledim ben. Kardeşimle hiç sarılmadık biz ve muhtemelen de hiç sarılmayacağız. Salağız biraz evet. 1 yaş var zaten arada. Ayı gibi adam ne sarılcam da çok klas adam lan benim kardeşim. Harbi adam yani. Saygılar hocam saygılar.
Annemle telefonda konuşamıyorum ben. Kızıyor o da. İkide bir "Sohbetine de doyum olmuyor" diye laf çakıyor.
En yakın dostlarımdan biri ile artık görüşmeyeceğim sanırım. Ayıp etti.
İçkim sigaram yok ha. Olsa iyice sıçtık demek ki. Bu arada kolayı da bıraktım. İçmeyeceğim artık.
Neyse.
"İnsan hayatının geri kalanını birlikte geçireceği insanı bulunca hayatının geri kalanının hemen başlamasını ister" diyordu dönüş yolunda okuduğum güzel kitapta.
Artık kitap okumak için yolculuk eder gibi oldum sanki.
İyi saçmaladım. Gideyim ben.
Yukarıda yazanlardan bir şey anlayan varsa bana da anlatsın.
Şarkıyla veda edeyim bari.
Bu kadar okudunuz
Bi şeye bağlansın.
Şiir gibi oldu,
Aman kafiye bozulmasın.
Kayra & Farazi - Alt Geçit
Biz kapan kurardık Şener Şen basardı,
Hayal bir feste püskül Üsküdar uzaktı,
Sobalı evlerin beton zeminlerinde saklan,
Kareli gömlek içerisinde gelebilir bir akşam,
Eski maçlar ciğerinin tam ortasında
Ve sağ tarafta bol duman yokuşlar,
Ciğeri tarifin gereği sorgulanmaz çok çetin bir kış devirdik muhtemel cevap
Ve Hakan şimdi n’apar? Maaşı kaç lira?
Bu yıl bahar gelir mi? Hepsi muamma
Alt geçitlerin içinde debelenirken,
Diyorum oğlum az biraz sabır alışacaksın,
Önce karlar eriyecek kazakların rafa,
Sonra günü gelince şaraba elveda,
O gün gelirse şayet durakta bekleyip,
Bir kez olsun bir yemin et…
Kalıbı küfre layık vicdan yemin peşinde,
Oysa tek bir dakika bekle beni asıl donarken izle,
Durakta bekledik, kör topal yeminler ettik,
Allem ettik kalem ettik olmadı,
Ve şimdi çençük ağzımın tam ortasında on yıl evvelinden kalma atkı,
Öfke damara dar gelince yakıyorum bu mavi lark’ı,
Yaklaşırken alt geçitlere şöyle yapacam:
Eski İsmet Market’in önünden durağa bakacam,
Eski İsmet Market’in önünden bugüne bakacam
Beyaz bir Şahin geçecek sonra,
Açık camından itinayla duyulacaktır ‘’Ah Yalan Dünya’’
O dakikanın sonunda ciğerin acıyacak,
Yokuşu tırmanırken kafanda var tabi ki bomboş evler
Bakıyorum bu atkıya,
Bakıyorum o dolmuşa, sade susuyorum…
Biz hayal kurardık gider biz basardık,
Ciğerim acıyarak derim memleket yok artık,
Zannedersem on sabır taşıyla çatladık,
Akşamüstü izlenir Sadri Alışık,
Benim için deniz, martılar falan uzak,
Tren sesiyle eskiden kaçardı uykular,
Bu yüzden orta yerine yazmışım birinci verse ün bu yıl bahar gelir mi?
Sormamız günah,
Yine de söylerim bu kış baya bunaldım,
O yüzden arkadaş çimenler koktu muydu benden hep kaç,
Oysa şimdi bakıyorum çoğu zaman uyandın,
Nedense bir dakika geçmez altı yirmi altı
Bugün de öyle gün,
Bugün de aynı gün, elinde şemsiye önünde alt geçitler,
Diyorum oğlum az biraz sabır alışacaksın,
Diyorum oğlum az biraz sabır,
Ciğerin acıyacak..
Biri bana demişti ki : Sen çok güzel seviyorsun, öyle sevme.
Bilerek yapmıyordum ki. Hala da bilerek yapmıyorum ki. Sevmek bilinebilen, öğrenilebilen bir şey mi ki?
Sevdiğin kişiyi sevmeyi öğrendin mi?
Öye değil bence.
Annen daha önce doğurdu mu seni? Hayır. E o zaman nasıl hemen sevmeye başlayabiliyor?
"O başka ama..."
Değil be. Gerçekten değil. Birini, bir şeyi sevebilmek öyle birden olan bir şey. Tamam, Samet ona baba demişti. Sevgi neydi? Sevgi emekti..
Ama o kadar da değil be.
Samet ona Baba dedi de sen Cemşit'e hiç "Seni seviyorum" diyebildin mi Asya?
Erkin Koray - Seni Her Gördüğümde
İnan ki Senden başka Hiç kimse yok içimde Kimse yok içimde Yüzüne bakmasam da Başımı çevirsem de Seni her gördüğümde Seni her gördüğümde İnan ki Senden başka Hiç kimse yok içimde Kimse yok içimde Ne kadar kırgın olsam Dargın olsam da bile İnan ki Senden başka Senden başka Hiç kimse yok içimde Kimse yok içimde
Ailen, sevgilin, eski sevgilin, arkadaşların, dostların, akrabaların, yaşadığın şehir, aldığın maaş, patronun, ülken daha uzar gider değil mi?
Ya sen? Senin hayatının boktan olmasında senin katkın yok mu?
Hiç mi?
En kötüsü ne biliyor musun? Hayat bunları yaşatırken, sona doğru giderken, etrafa bakmak yerine bu aptal şeyleri sorgulayıp durmak.
Son durağın nasıl olduğunu zaten biliyorken, yol boyunca hep son duraktan konuşmak. Etrafa hiç bakmamak, yolun keyfini çıkarmamak.Son durakta geride kalan yolu anlatmak yerine, yol boyunca son durağı konuşmak.
Ya bi şey olursa?
E olacak zaten bi şey bari yolun tadını çıkaralım.
Gerçek ne biliyor musun?
Gerçek şu an. Ne geçmiş ne gelecek. Gerçek şu an. Şu an da hiç bir zaman aynı şu an olmayacak şu anın hakkını vermedikçe. Yeni şu anların hep kötü şu anlar olacak şu anı geçmişe ve geleceğe sıkıştırdıkça.
Kendi gözlerini kör etmişken karanlıkta gördüğün parıltıya da inanmıyorsun ya hayat akıp gidiyor sen bunu yaparken.
Yazık.
Ne dedim ki şimdi ben?
Neyse. Hayat çok boktan.
Alexander Ebert - Truth
The truth is that I never shook my shadow
Every day it's trying to trick me into doing battle
Calling out "faker" only get me rattled
Want to pull me back behind the fence with the cattle
Building your lenses
Digging your trenches
Put me on the front line
Leave me with a dumb mind
With no defenses
But your defenses
If you can't stand to feel the pain then you are senseless
Since this
I've grown up some
Different kind of fighter
And when the darkness come let it inside you
Your darkness is shining
My darkness is shining
Have faith in myself
Truth
I've seen a million numbered doors on the horizon
Now which is the future you choosen before you gone dying.
I'll tell you 'bout a secret I've been underminding
Every little lie in this world come from dividing
Say you're my lover, say you're my homie,
Tilt my chin back slit my throat take a bath in my blood get to know me
All out of my secrets
All my enemies are turning into my teachers.
Because, lights blinding, no way dividing what's yours or mine when everything's shining
You darkness is shining my darkness is shining
Have faith in ourselves
Truth
Yes I'm only loving, only trying to only love
That's what I'm trying to do is only loving
Yes I'm only lonely loving feeling only loving
Till I'm feeling only loving
Ya say it ain't loving ain't loving my loving
But I'm only loving only loving only loving
Only loving the truth.
* Breaking Bad sezon 4 - bölüm 1 son sahne. (diziyi izlemeyenler linke tıklamasın)