Regina Spektor - Fidelity

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 22:11

8



Bu ara pek bir şeyler yazamıyorum buraya. Ama en azından "Haftanın Şarkısı" ritüelini atlamayayım dedim.

Bu haftaki şarkı ilk olarak Sondre Lorche ile yaptığı düet ile keşfettiğim sonra da pek bir sevdiğim Regina Spektor'dan Fidelity.

Klibi de pek bi sevimlidir pek bi hoştur.



I never loved nobody aaaay
Always one foot on the ground
And by protecting my heart truly
I got lost in the sounds
I hear in my mind
All these voices
I hear in my mind all these words
I hear in my mind all this music

And it breaks my heart
And it breaks my heart
And it breaks my heart
It breaks my heart

And suppose I never ever met you
Suppose we never fell in love
Suppose I never ever let you kiss me so sweet and so soft
Suppose I never ever saw you
Suppose we never ever called
Suppose I kept on singing love songs just to break my own fall
Just to break my fall
Just to break my fall
Break my fall
Break my fall

All my friends say that of course its gonna get better
Gonna get better
Better better better better
Better better better

I never love nobody aaaay
Always one foot on the ground
And by protecting by heart truly
I got lost
In the sounds
I hear in my mind
All these voices
I hear in my mind all these words
I hear in my mind
All this music
And it breaks my heart
It breaks my heart

I hear in my mind all of these voices
I hear in my mind all of these words
I hear in my mind all of this music

Breaks my
Heart
Breaks my heart

Son 20 Yılın En İyi 100 Filmi

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 16:53

25

Sinema benim için öyle patlamış mısır eşliğinde vakit geçirilen, sevgili ile karanlık bir ortam bulma amacı ile gidilen ya da "izler geçerim üzerine düşünmem" gibi bir yaklaşımla görülen bir şey olmadı hiç bir zaman.

Kendimi bildim bileli filmler izler, üzerine ahkamlar keser, eleştiriler, yorumlar; filmler hakkında kitaplar okur, izlemediğim veya bilmediğim bir film bahsi geçtiği zaman en kısa zamanda eksiğimi kapatma ihtiyacı duyarım.

Hatta öyle ki bu blogu açmamdaki en büyük amaçlardan biri de sinema üzerine sadece arkadaş sohbetlerinde kayıp giden yorumlarımı yazıya dökmek, yazı dizileri hazırlamak, izlediğim filmler hakkında ahkamlarımı kayıt altına almaktı.

Blogun başlarında bunu biraz da olsa başarmıştım da. Hatta "90'ların En İyi Türk Filmleri" adında bir seri de yapmış ve bu tip serilerin devamının da geleceğini taahhüt etmiştim. Ama sonra ne olduysa oldu pek sinema hakkında yazmaz oldum.

Bu duruma son verme isteğimi tetikleyen de geçen ay Sinema Dergisi'nin Son 15 Yılın En İyi 100 Filmi adında verdiği özel sayı oldu. Seçilen filmler, yapılan sıralama, filmler hakkında bir paragrafı geçmeyen yorumlar ciddi anlamda sinirlenmeme neden oldu ve kendi listemi yapıp blogda uzun zaman alacak bir seri yapmaya verdim. Değişiklik olarak son 15 yıl yerine süreyi 20'ye çıkardım.

Daha önce böyle bir seri yapıldı mı blog aleminde bilmiyorum. Zira burda 1990 - 2010 arasında çekilmiş neredeyse 800'e yakın film arasından seçtiğim (evet izledim hepsini) ve 120 filmden elediğim, 20'ye yakın farklı ülkeden; gerilimden belgesele 8 türe yakın toplam 100 film var.

Bu 100 filmi öyle kısa bir paragraf halinde sunmayacağım. Her film hakkında detaylı bir inceleme ve eleştiri yazısı; ayrıca filmin en önemli sahnelerinden biri, müziği ve filmden bir karakterin ayrıca incelendiği bir bölüm yer alacak.



Dediğim gibi listeyi şimdi açıklamıyorum. 100'den geriye doğru yazı yazı ilerleyeceğim. Bu kişisel bir liste olduğu için listedeki bazı filmler sizi ciddi anlamda sinirlendirebilir. "Bu filmin burda ne işi var, bu film nasıl olmaz" gibi tepkiler verebilirsiniz tıpkı benim Sinema Dergisi'nin listesini görünce verdiğim tepki gibi.

Şimdilik ortalığı kızıştırmak için bir kaç şey söyleyeyim. The Dark Knight, Forrest Gump, Braveheart bu listede yok.

Şimdi bu filmlerin olmadığı bir listeyi kaale alıp almamak da size kalmış.

Ama eminim ki bu listeye gelen sert tepkilerin yanında, bu yazı dizisi sayesinde keşfettiğiniz filmler de olacaktır.

* Seriye yeni yılla beraber başlıyorum. Onu da belirteyim.
** Sinema Dergisi'nin listesinin de okuyucular tarafından oluşturulduğunu belirteyim.

Adagio For Strings

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:44

6

Haftanın Şarkısı'nda "Klasik müzikten hiç hazzetmem,entel dantel işi" diyen adamlara bile lafını yedirebilecek güçteki, Samuel Barber'ın ölümsüz eseri "Adagio for Strings" yer alıyor.


Amerikalı Andrew Lyon'un 2007'de Kiev'de Ukrayna Ulusal Senfoni Orkestrası ile icrası :






Şarkı hakkında duyduğum en güzel yorumsa "Platoon'da sarsar; Elephant Man'de yıkar." olmuştu. Elephant Man'i hala izlememiş olanlara da teşvik olsun bu şarkı.

Değerli Usta

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 12:35

5

Günümüz Türk Sineması'nın en büyük yönetmenlerinden (bana göre en iyisi) Zeki Demirkubuz, başyapıtlarından Kader filminin girişinde şöyle bir mesajla karşılar izleyenleri :

Değerli Ustam Zeki Ökten'e..
İşte Zeki Ökten, günümüzün en büyük yönetmenlerinden birini, kendisine film ithaf edecek düzeyde etkileyen bir yönetmendir.



Belki çoğu genç adını bile bilmez kendisinin. Peki kimdir Zeki Ökten ?

Şahsım adına konuşmam gerekirse, bugün eğer Recep İvedikler'e, Maskeli Beşler'e tahammül edemiyorsam; Beyaz Melek, Güneşi Gördüm gibi saçmalıkları yemiyorsam,  işte bana o seçiciliği, o kaliteyi ayırt edebilme yetisini sağlayan adamlardandır kendisi.


Defalarca izlesem de bıkmayacağım Kapıcılar Kralı,Çöpçüler Kralı, Pehlivan, Yoksul, Düttürü Dünya gibi başyapıtlara imza atmış, bana göre Türk televizyonlarında yayınlanmış en gerçekçi ve kaliteli dizilerden "Saygılar Bizden"i izletmiştir bizlere.

Bu tip ölümlerin ardından aslında çok da fazla konuşmak istemiyorum. Az önce FriendFeed'de Azuth'a da söyledim; bir yandan artık iyice bunalıyorum yaşlandıkça sevdiğim adamların ölümüne şahit olmaktan , bir yandan da bu adamları yakalamış olmaktan haz duyuyorum.

Yeni neslin sadece Yaprak Dökümü'ndeki cadı kaynana olarak hatırlayacağı eşi Güler Ökten'e sabır dilerken, bir sinefil olarak onun arkasından , "iyi ki Zeki Ökten'in filmlerini izleyebildiğim bir zaman diliminde yaşayabilmişim" diyorum.

Ruhu şad olsun.



* Azuth'un yazısı - Trevanian'ın yazısı

Kısa Kısa 2

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:18

12

Şimdi yılın sonu geldi ya her yerde "2009'un enleri" diye listeler yapılır. Hiç yapmayın enler menler diye liste. 2009, Michael Jackson'ın öldüğü yıldır. Diğer yaşananlar teferruattır. Alın size tek maddelik liste işte.

Bizim gençlikte görülen en büyük sapıtmalardan biri de dalga geçilen şeylerle dalga geçe geçe onlara dönüşmek. Misal, "oha falan oldum" diye konuşan kızlarla dalga geçen ve durmadan o lafı ve benzerlerini kullanan kızlar; artık bir yerden sonra öyle kalıveriyorlar. Demet Akalın şarkısıyla dalga geçip her şarkısında coşmak gibi bir şey. Sonra da şaşırırlar "Esra-Ceyda niye kullanılıyor reklamlarda" diye.

Umut Sarıkaya ve Uğur Gürsoy gerçekten de işlerini iyi yapan karikatüristler tamam ama zırt pırt onların karikatürünü paylaşan arkadaşlar aynı kuşakta yer alan hatta aynı dergilerde görev yapan Barış Atar ( görgüsüz, angola basket takımı),Mustafa Satıcı (baltalı ilah), Serkan Yılmaz (Dudullu Postası), Cihan Ceylan gibi isimleri de hiç görmüyorlar mı ? (Basına saldırı, fotoğraf makinelerimizi kırdılar)

Hulki Cevizoğlu nereye çıksa "Atatürk diyor ki, Ecevit'in şöyle bir lafı var, Atatürk şöyle buyurmuş, Ecevit başbakanken şöyle bir cümle kurmuş vs." gibi kalıplardan başka bir şey kullanmıyor. İyi de kardeşim bırak Atatürk'ü, Ecevit'i sen ne diyorsun onu bir de artık. Hiç mi kendi düşüncen, kendi cümlen yok ? Papağan mısın sen ? Gerçi Türk Solu'nun genel yapısı bu zaten. Neyse..

Başkanı olduğu semtin her yerindeki billboardlara bin çeşit fotosunu koyup altına da "başkanımız bakımevinde, başkanımız gençlerle vb." yazdırıp tüm semti Facebook Albümü'ne çeviren belediye başkanları var.


Tim Burton-Johnny Depp-Helena Bonham Carter arasındaki ilişkinin bir benzeri Ziya Doğan-Ayman-Celalettin arasında var. Nasıl Tim her filmine Johnny ve Helena'yı koymadan duramıyorsa; Ziya Doğan da her gittiği takıma Ayman ve Celalettin'i almadan edemiyor.

2012 Londra Olimpiyatları'na sadece iki yıl kaldı, 2016, Rio'ya verildi ama benim yurdumun gerzekleri "2012 için Moskova ile çekişiyoruz, linke tıkla İstanbul'a destek ver" maillerini göndermekten bir türlü vazgeçmiyor.

Oscar Schindler Türk olsaydı yok fabrika, yok efendim tencere falan akıl oyunlarıyla uğraşmaz, bir tane yahudi bulur "arkadaş grubunu davet et" der oluştururdu listesini.
Ne depremler ne kasırgalar ne de meteorlar... Xavi - Selçuk takası olursa; ancak o zaman inanırım 2012 senaryolarına.
Artık bir Türk değil, bir Türk Tıkı dünyaya bedel hale geldi.

Yok Artık Lehmann !!!

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 07:59

6



Kendisinden zaten oldum olası hazzetmem. Ne Seaman sonrası Arsenal'e yakıştırabildim ne de Alman Milli Takımı'na. Gıcık kişiliğinin yanında iyi bir kaleci de değil bence. Ama kim nasıl tahammül ediyor bu adama yıllardır anlamak mümkün değil.


Delilikle Dahilik yerine Çirkeflikle Manyaklık arasında gidip gelen kaleci Lehmann geçen hafta Şampiyonlar Ligi Maçı esnasında işemesinin üzerinden daha 1 hafta bile geçmeden bu sefer maç esnasında Salihoviç'i bakın ne duruma düşürüyor.



Yaptığı bununla da bitmiyor. Takımı Stuttgart 1-0 önde iken son dakikada rakibe tekme atıp oyundan atılıyor ve maç da tekmeden kazanılan penaltı yüzünden 1-1 bitiyor.


Bu ruh hastası maç sonunda da "takımı yaktın" diyen taraftarın gözlüğünü gözünden alıp adamı peşinden koşturuyor. O da burda.


Valla ben anlamadım bu işi. Van Der Sar gibi kaleciler yıllar geçtikçe olgunlaşırken bu manyak 40'ına geldiği halde her gün daha fazla sapıtıyor.


Bi bıraksa da gitse artık.

Bi Bakar Mısınız ?

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 07:13

7

Yaklaşık 10 gün önce blogun hesabına bir mail geldi. 15 yaşında lise öğrencisi olduğunu söyleyen biri şu cümleleri kurmuş özetle :

Selamlar.Uzun zamandır takip ettiğim bloglardan biri sensin................ben de bu işe el atayım dedim ama internetten pek çaktığım yok. Yabancı dil öğrencisiyim ama yabancı dilim yok. Türkçem İngilizce olmuş zaten ötesi var mı ki ?.................... Soracağım sorular var ve de öğrenmem gerekenler.

15 yaşında bir çocuktan böyle bir mail almak, kendisine rehberlik etmemi istemesi hoşuma gitti açıkçası. Ama o sıra pek uygun olmadığımdan sadece adresi msn'e eklemesini ve uygun olduğum zaman kendisine yardımcı olabileceğimi söyledim.

Ne yalan söyleyeyim unuttum sonra da .

Sonra bu gece, hatta bundan tam 3 saat önce aklıma geldi çocuk. Uykum da kaçar gibi olmuştu ki gireyim bakayım neymiş neyin nesiymiş neler yapmış diye.

TheKid demiş kendine. Blogun adını da "Bi Çocuktan Nameler" koymuş.

2 tane de yazı yazmış şimdiye kadar. İlk yazısında beni ve Pucca'yı takip ettiğini ama artık kendisinin de yazmak istediğini, sadece okumakla olmadığından falan bahsetmiş. Sonra da her konuya dalmış. Çorbaya çevirmiş yazıyı ama yaşı, samimiyeti ve ilk yazı olması itibari ile hoş bir çorba olmuş. Gülümsetti beni açıkçası. Aradaki yazım hataları, yanlış sözcüklere falan girmiyorum.

Ama ikinci yazıyı okuyunca açıkçası en klişe tabirle dehşete kapıldım. Fazla detaya girmeyeceğim yazıyla ilgili. Bu yazının sonunda linkini vereceğim gidip kendiniz göreceksiniz.
Bu yazıyı yazma nedenimse şu, TheKid belki çok sıradan , belki de çok özel bir çocuk, işin orasını sadece iki yazıdan kestirmek mümkün değil. Ama kestirebildiğim bir şey var ki TheKid, "içimden geçenleri buraya dökmek istiyorum kimse okumayacak olsa bile" diyip ilk yazısının adını da "Okumak Ayıp Değil Yazmamak Ayıp" koyacak bir çocukken iki satır sonra elde bıçaklı resim koyup, dövdüğü adamlardan bahseden hangi yoldan gitmesi gerektiğini kestiremeyen saf bir çocuk. Her çocuk gibi.

Şu an fazla romantik olduğumu, sırf çocuk bana bir mail attı da benim yazdıklarımı önemsedi diye sorumluluk bilincine düştüğümü düşünüyor olabilirsiniz. Belki de gerçekten öyle. Ben de bilmiyorum bunu tam olarak ama; beni uyutmayıp içime kurt düşüren ve sabahın 6'sında hem de 2 saat sonra kalkmak zorunda iken bunları yazdıran bir durum bu.

"Şimdi bunları niye anlatıyorsun bizden ne istiyorsun?" diyorsunuz.

Hani bir kaç ay önce polise taş atan çocuklarla ilgili kendi çocukluğumdan da kesitler içeren bir yazı yazmıştım "Çocuk İşte..." başlığı altında. (okumamış olanlar başlığa tıklayabilir)

İşte o yazıda biraz kendi özelimden de örnekler vererek çocukken aslında çocuk olduğumuzu ve bize yol gösterecek, kendi adam olma yolumuzu çizecek, (belki iddialı bir laf ama) "aydınlanmamızı" sağlayacak şeyleri yaşadıktan sonra ancak kendimiz olabileceğimizden dem vurmuştum.

Benim için gece uyuyamadığım için öylesine okuduğum bir kitap ve sırf vakit geçsin diye öğlen sıcağında evde yalnızken izlediğim bir filmle başlamıştı bu "kendini bulma" evresi.

Belki TheKid gerçekten de ikinci yazdığı yazıdaki çocuğun, adam haline dönüşecek etrafımızdaki çoğunluk gibi. Ama ben yine tekrarlamak gerekirse belki fazla romantik düşünerek, belki "HBBA'dan etkilendim" lafından haz alarak belki de aranızdan bazılarının şu an düşündüğünü adım gibi bildiğim "blogu okuyan kızlara şirin görünme kaygısı içinde" sizden bir şey rica ediyorum.

Lütfen şu blogu ziyaret edip şu iki yazıyı okuyun ve gerekirse her ikisine de bir yorum yapın. Azarlamadan, kızmadan bir şeyler yazın. Hatta blogunu izlemeye alın.

Belki boşa kürek çekeriz TheKid uğruna. Belki aydınlanmak şöyle dursun; iyice karanlığa gömülür bu çocuk. Ama bu "çocuğu"  sadece bir beladan bile uzaklaştırabilirsek sizce de güzel olmaz mı ?

Anca oturduğumuz yerden aıp tutmaya itiyor bu yaşam şartları bizi. Bari oturduğumuz bu yerlerden hiç değilse bir çocuğun hayatına etki etme şansımız olsun.

Diyorum ya belki baltayı taşa vuracağız ama,

Biz bir deneyelim de.. (Fazla hassasım sanırım bu aralar)

* İlk Yazısı : Okumak Ayıp Değil Yazmamak Ayıp

* İkinci Yazısı : İsyanım Var Arkadaş  

Kısa Kısa

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 22:05

15



Şu microblog hadisesi malumunuz. İki-üç satırla tespitler falan yapıp derdinizi anlatıyorsunuz. Ama yaptığınız tespitler twit deryası içinde kaybolup gidiyor. Ben de hem bu kısa yazıları biraz genişleterek kayıt altına almak; hem de Twitter'dan takip etmeyenlere bir kaynak oluştursun diye "kısa kısa" adında bir seriye başlıyorum. Bu "yeni bir seriye başlıyorum kalıbı" da artık klasik oldu bu blogda.
2012'yi izleme gafletinde bulundum çünkü yıllardır 2012, Maya Takvimi, Kur'an-ı Kerim Şifresi diye diye başımın etini yiyen bir arkadaşım var. Film sonunda tek düşündüğümse böyle tiplerin hepsini 2013 yılbaşı gecesi bir araya getirip eşşek sudan gelinceye kadar dövmek oldu.


Roland Emmerich'in karısı ölürse küçük, kendisi ölürse büyük kıyamet kopar.

 Rijkaard'a "Messi mi daha yetenekli Arda mı?" diye soran gazetecilerimiz var. Adamcağız da "böyle bir kıyaslama olması hem Arda için hem de Türk Futbolu için çok güzel" diye cevap verdi.


Obama'nın Barış Ödülü almasından sonra Nobel, benim için artık Kral TV Video Müzik Ödülleri ayarındadır. Ayrıca sadece "Dünya Barışı için çalışacağım" denip Barış Ödülü alınıyorsa her yıl Miss Alabama'nın, Miss Ohio'nun falan alması lazım bu ödülü.


Yemekteyiz'de en çok yemeği artıkları verdikleri köpekler yediğine göre puanları da onlar verse yarışma daha adil olur düşüncesindeyim.

Uğur Dündar ve türevleri beyefendiler her fırsatta "doğru haber, dürüst haber" diyip duruyorlar ama "reklamlardan sonra devam edeceğiz" diyip reklam biter bitmez hoşçakalı yapıştırıyorlar suratımıza.


Serdar Ortaç'ın güzel bacaklı, kalın kaşlı, kek yaptıran üzerine soda içiren dişi versiyonlarına NİL denir. Niller Sakalsızsuavigiller Familyası'ndan gelir.


Şener Şen'in şu hayattaki belki de tek yanlışı Çiçek Abbas'daki muhteşem oyunculuğudur. Sırf o film yüzünden 30 yıldır Sinan Çetin'den kurtulamıyoruz. Ayrıca Sinan Çetin sinemanın Serdar Ortaç'ıdır.


Ne Jack Nicholson'ın Joker'i ne de Heath Ledger'ın.. Benim için en muazzam Batman karakteri Danny DeVito'nun Penguen'idir.


Çevremizdeki insanlar Facebook'dan sonra mı bu kadar salaklaştı; yoksa zaten salaklardı da Facebook mu bunu ortaya çıkardı ?


Kurban Bayramlarında en çok Emolara üzülüyorum. Ne zordur emo emo el öpmek, kavurma yemek, konu komşuya et götürmek.. Hele bir de alınlarına kurban kanı sürülmüşse off off..



Amerikalılar 7 kişi ortak danaya girdikleri zaman ben de balkabağını oyar Halloween'i, hindimi keser Şükran Günü'nü kutlarım.



Bloglarda ya da başka yerlerdeki yazılara gelen okuyucu yorumlarını gördükçe ilkokuldaki Türkçe derslerindeki "okuduğumuz anladık mı" köşesinin ne kadar yerinde olduğunu görüyorum. Hatta ayrı bir ders olarak okutulmalı o bölüm.


Ezel adlı diziye sırf popüler diye burun kıvırabilirsiniz ama bu dizi özellikle kurgusu itibari ile son yıllarda Türkiye'de yapılmış en iyi dizi.

Daha 20 yaşındaki kızlar mal bir heriften ayrılıp nutella eşliğinde "Eternal Sunshine" izleyince kendilerini "Acıların Kadını Bergen" sanmaya başlıyorlar.

Orhan Gencebay'ın "Beni de Allah yarattı" şarkısının coverını yaparsa; ancak o zaman tırsmadan dinleyip, izleyebilirim Marilyn Manson'ı.

Şimdilik bu kadar yeterli sanırım.

Bu arada bu formatı da ilk olarak yapan Lifelessness ve Oz-T'ye de burdan selamlarımızı iletelim.

Her B.ku Bilen Adam

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 18:40

4



Elif Dağdeviren'in 2 hafta önce TürkMAx kanalında başlayan Sosyal Alem adında bir programı var. Programın tanıtımında şu cümleler yer alıyor :
İnternet artık paralel bir evren, başka bir alem... Bu alemi ne kadar tanıyorsunuz? TürkMax’ın yeni programı “Sosyal Alem”, günlük yaşantımızdaki, aslında pek farkında da olmadığımız bu köklü değişikliğin ekrandaki karşılığı olmaya soyunuyor. Elif Dağdeviren’in sunduğu program, Facebook, Twitter, FriendFeed, YouTube gibi sanal alemin paylaşım platformlarında neler olup bittiğini takip edecek. İnsanların tüm dünyayı takip ettiği, dostluklar kurduğu bu mecrayı daha yakından tanımak istemez misiniz? Sanal alemi hakkıyla kullanan ünlü simalar ile sanal alemin kendi ünlüleri programda koyu bir sohbete dalacak. Aralarına sanal aleme hiç bulaşmamış bir ünlü de karışacak.
Programın adını ilk kez Twitter ve FriendFeed sayfalarında görmüş, ilk bölümünü de Cüneyt Özdemir'e rağmen izlemiştim. Geçen cumartesi yayınlanan ikinci bölümünün de ilk yarım saatlik bölümüne göz atabilmiştim. Hatta program esnasında programın twitter sayfasına gelen twitlerin aktığı bir ekran da mevcut ve oraya şöyle bir twit yollamıştım :

@sosyalem @elifD1 sansür var mı programda? mesela bok denebiliyor mu ? ona göre yazayım mesajı boşa kürek çekip meşhur yardakçısı durumuna düşmeyeyim.

Bunu yazdıktan sonra herhangi bir tepki almayınca her gururlu Türk genci gibi arkamı dönüp gitmiştim. Ama ben çekip gittikten sonra programın "geçen haftanın twitleri" ayarında yaptığı "Tivitdaş" bölümünde bakın neler olmuş :



Bu bölüm programdan önce hazırlanan ve televizyoncu tabiri ile VTR denen bir bölüm. Dolayısıyla ben "Bok denebiliyor mu ona göre yollayalım" diye habersizce ayar verirken programda zaten yer almışım ama öngörümdeki gibi "bok" kelimesi de biplenmiş.

Efendim işin kısacası her ne kadar sansürlenmiş de olsa gazeteden sonra televizyonda da bir şekilde yer almış oldu HBBA.

Yakında "Basında HBBA" diye ayrı bir bölüm oluşturabiliriz diyerek kötü bir espri ile, "Bu gurur hepimizin" diyerek kolpa bir samimiyetle ya da "Bokun biplenmediği özgür bir ülkede yaşamak dileğiyle" gibi salakça bir mesajla da bitirebilirdim bu yazıyı.

Ama "tek amacım şu videoyu paylaşmaktı, diğer söylediğim her şey videoyu izlemenize zemin hazırlamak içindi" diyerek size doğruları söylemeye devam ediyorum.

Urge Overkill - Girl, You'll Be a Woman Soon

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 23:55

2



Haftanın Şarkısı, Urge Overkill'in her ne kadar Misirlou'nun () önüne geçemese de Pulp Fiction filmi ile özdeşleşmiş şarkısı :

Girl, You'll Be a Woman Soon


URGE OVERKILL - GIRL, YOU'LL BE A WOMAN SOON
by hushhush112


Çoğu insan yukarıda da bahsettiğim üzere şarkı olarak Misirlou'yu, dans sahnesi olarak da Vincent ve Mia'nın restorandaki dansını öne çıkarır. Her şarkısı her sahnesi ayrı olaydır Pulp Ficton'ın ama benim en sevdiğim şarkı ve sahne Urge Overkill'in hem sözleri hem de müziği itibari ile muhteşem şarkısı, Mia rolündeki Uma Thurman'ın harika dansı ve "kayışı", John Travolta'nın ayna karşısındaki tadından yenmez monologu ve tabi ki de bize bu zevki yaşatan Tarantino'nun efsane yönetmenliği.

İşte o sahne (Seksi sahneler için tıklayınız)

 























Girl, you'll be a woman... soon

I love you so much, can't count all the ways
I've died for you girl and all they can say is
"He's not your kind"
They never get tired of putting me down
And I'll never know when I come around
What I'm gonna find
Don't let them make up your mind.
Don't you know...

Girl, you'll be a woman soon,
Please, come take my hand
Girl, you'll be a woman soon,
Soon, you'll need a man

I've been misunderstood for all of my life
But what they're saying girl it cuts like a knife
"The boy's no good"
Well I've finally found what I'm a looking for
But if they get their chance they'll end it for sure
Surely would
Baby I've done all I could
Now it's up to you...

Girl, you'll be a woman soon,
Please, come take my hand
Girl, you'll be a woman soon,
Soon, you'll need a man

Girl, you'll be a woman soon,
Please, come take my hand
Girl, you'll be a woman soon,
Soon but soon, you'll need a man.

Demiş ki.. (5)

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 23:05

2

"Demiş ki" serisinde bu sefer bir blogger'a yer veriyorum.

Hastalıklı Dünya'dan (Süper)Cem'in "Bu Vatan Sağolmasın" başlıklı yazıma yaptığı ve yazıdaki boşlukları dolduran başlı başına bir yazı kıvamındaki yorum :

Her zaman söylediğim gibi; öncelikle genlerimizi aldırmalıyız!

Vatan olgusunun ne olduğunu anlatmalıyız bence önce insanlara. İdeolojilerin ne olduğunu anlatmalıyız. Askerliğin ve askerlerin ne olduğunu anlatmalıyız. Ve bunun sonunda her zamanki gibi anlattığımızla kalmalı ve bırakmalıyız bu işleri ahah.. Acınası bir gerçek. Bu ülkem insanına ne anlatırsan anlat boş. Çok açık söylüyorum direkt olarak yüzdemizin çok büyük bir bölümü MAN kafa denilen türden. Anlatıyorsun, evet abi haklısın diyor, ertesi gün o anlamış adam gidiyor, eline yine almış bir savaş baltası Kürt avına çıkmış, ağzından salyalar saçarak küfrediyor...

Alakasız biraz ama; geçen gün çok muhterem -gerçekten ama :p- birisi Tayyip'i yermek için "koministler bile bundan daha iyidir, onlar bile bunun kadar çalmıyorlar" dedi. Sordum; "kaç kez kominist rejim gördün bu ülkede?"

Hiç bir şey bilmeden, sadece genlerimizin vermiş olduğu gazla konuşuyoruz. Bilenleri dinliyoruz ama anlamıyoruz. Anladığın kadarını biliyorsundur zaten. Anlayamadıkları için, anlayabilseler de kavrayamadıkları için, kavrasalar da işlerine gelmediği için, işlerine gelse de korktukları için; UNUTUYORLAR.

Her şeyi unutuyorlar. "Devletin polisine taş mı atılır şerefsizler!" diyorlar.

Hiç sorgulamıyorlar neden bu haldeler? Neden AÇIM/AÇSIN/AÇIZ? Neden patronum bana asgari ücretin biraz üstünü veriyor, neden mesai ücretimi alamıyorum, neden sağlık hizmeti paralı, neden üniversiteler paralı, neden 15 AY boyunca hayattan kopartılıp subay hizmetçiliği yapıyorum, neden işe gidip gelmek için harcadığım para 10 lira civarına tekabül ediyor, neden ekmek 1 lira sınırında, neden ülke üretmiyor, neden HİÇ BİR İCADIMIZ YOK, neden yarı sömürgeyiz, neden hala toprak ağaları var, neden neden neden (daha çok sayarım tabi eheh..)

Aslında bire bir konuştuğun zaman hepsi bu yukardaki paragrafta yazdığım soruları soruyor, çözümler sunuyor, sinirleniyor, bağırıyor! Yeküne geldiğinde bunları kendisine DEVLETin yaptığının farkında.. Ama biliyor, kendisi yeteneksiz, vasıfsız, basiretsiz, sümük gibi bir şey. Hiç bir şeyi değiştirebilecek kudrete sahip değil. O hep itilmeye ve göt yalamaya alışmış. Sesini çıkartırsa götüne cop sokulacağını biliyor. Hem "ELALEM NE DER?!"

Daha söylenecek çok şey var tabi ama yorum boyutunu aştım, makale oldu.. Her boku bilen adam da biliyor bizim bildiklerimizi, biz de onun bildiklerini ve cesaret edip bu MAN KAFA insanlığın gözüne soktuklarını okuyup gaza geliyoruz işte. Eline sağlık diyorum. Yazıyı okuyup, hak verip, yarın hiç bir şey olmamış gibi yaşayabilecek insanlara ise "selam, naber?" diyorum.

Benim yazılarıma gelen yorumlar, karşıt görüşte olanlar da dahil, ayrı birer yazı kıvamında genelde. Takip edenler bu blogdaki yazılara "doğru söylemiş" diyip geçmiyor kendi fikirlerini de hiç çekinmeden bırakıyorlar.

Bunun devam etmesi dileğiyle.

*Aynı yazıdaki tüm yorumları, özellikle de  Trevanian'ın yorumunu okumanızı öneririm.

"Bu Vatan" Sağolmasın

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 07:35

52

"Groundhog Day" filmini bilenleriniz vardır. Bill Murray ve Andy Mc Dowell'ın oynadığı efsane film.


Filmde bir hava durumu sunucusu olan Bill Murray, Amerika'nın kırsalında bir kasabada bir kunduzun delikten çıkması ve güya "bahar geldi mi gelmedi mi" haber verdiği "Groundhog Day" adındaki bir şenliğe ekibi ile birlikte gider ve o kasabada her gün aynı günü yaşamaya başlar. Her sabah "Groundhog Day"e uyanır ve durmadan aynı insanlarla aynı konuşmaları, aynı olayları yaşar. Artık o kadar sıkılır ki yapmadığı numara, girmediği şekil kalmaz. Hırsızlıktan tutun da, piyano çalmayı öğrenmeye, artık dayanamayıp kendini defalarca öldürmeye kadar fantastik olaylara imza atar ama ertesi gün tekrar aynı güne uyanır.

İnanın nefret ediyorum "bu ülkede.." diye başlayan yazılar yazmaktan. "Bu ülkede şu yanlış, bu yanlış, şu şöyle bu böyle" demekten bana da gına geldi ama işte biz de bir nevi Groundhog Day filmine benzer hayatlar yaşıyoruz "bu ülkede". Ama bizimki öyle tek bir güne sıkıştırılmış değil malesef. Keşke öyle olsa. Bizimki bazen 1, bazen 5 ya da 10'ar yıl içine sıkıştırılmış bir kısır döngüden ibaret.
Bu periyotlar boyunca aynı olayları yaşıyor, aynı sorunların ortasında buluyoruz kendimizi. Bu duruma ise çözüm üretmek şöyle dursun adeta besliyoruz bu kısır döngüyü. Sanki hoşumuza gidiyor bu acı bizim.

20 yaşında çocukları suni bir savaşa yollayan devlet, o çocuklar ölünce "bir oğlum daha var onu da göndereceğim, bu vatana feda olsun" diyen anne-babalar, cenazelerinde hep bir ağızdan "şehitler ölmez vatan bölünmez sloganları" atan kalabalıklar, cenaze görüntülerinin altlarına duygusal bir müzik verip çocukların fotoğrafları eşliğinde vatan bayrak göndermeleri ile veren kanallar,  "bu kardeş kavgası bitsin" diyeni linç etmeye çalışan vatanseverler.... daha neler neler...

Her gün aynı gün, her hafta aynı hafta, her yıl aynı yıl...

Bu sorunları ortadan kaldırmak yerine bunu kabullenen ve sadece "vatan sağolsun" diyen milyonlarca insan..

Bu nasıl bir vatan ki sadece gencecik çocuklar öldüğü zaman sağolabiliyor ?

Bu vatan biz uğruna durmadan kanımız dökülsün, kan dökelim diye mi var yoksa bizi yaşatmak için mi ?

Vatan sağolsun diye çocuklarımız öleceğine, çocuklarımız ölmesin diye vatan sağolsa nasıl olur, hiç düşündünüz mü ?

Hani Amerika'ya her fırsatta atıp tutuyoruz ya  "Sen ne şerefsizsin Amerika taa kalkıp kilometrelerce uzaktan Irak'a Afganistan'a asker gönderiyorsun" diye. Peki Amerika o, hamburger yiyen, basketbol oynayan, kafası bilgisayar oyunlarından başka bir boka basmayan çocuklarını nasıl yolluyor kilometrelerce uzağa ?

Basit.

Vatanseverlik aşılıyor 1000 farklı ırktan oluşan insanlarına. "Hepiniz tehdit altındasınız, eğer birlik olmazsak teröristler gelir, ağzımıza sıçar, o yüzden gelin bu bayrağın altında toplanalım" diyip korkutarak; eline iki bayrak tutuşturduğu gençlerini binlerce kilometre uzağa yollayıveriyor.

Ama yetmiyor. Çünkü o beğenmediğimiz, "idiot" dediğimiz 300 milyon adamdan yeterli sayıya ulaşamıyor. Çünkü herkes yutmuyor bu yalanı.

Açıkta kalan kontenjanı da müttefik devletlerle tamamlayıveriyor işte.

Peki biz ? 

O idiot Amerikalılar, o kadar gözlerini bürüyen vatanseverlik altında bile ölen çocuklarını, dönen gazilerini görünce ayaklanıp bir şeyleri dile getirirken biz ne yapıyoruz ?

Kendi evladı ölen anneye bile çıkıp "bir oğlum daha var o da feda olsun" dedirtiyoruz.
Yine soruyorum ne için peki ? 

Vatan için...Bayrak için...

Hangi vatan peki bu ? 

Bizlere daha ilkokuldan itibaren sorgulamamayı, düşünmemeyi, sadece ne söylenirse yapmamızı emreden öğretmenlerin olduğu, öyle olmayanların zaten kellelerinin koparıldığı;

"Yarış atı" benzetmesini klişe hale getirebilecek bir eğitim(!) sistemi ile yürüyen, milyonlarca genci dersanelere para dökmeye zorlayıp eğitim işinden cep dolduran bir ekonomi yarattığı halde hiç bir şey öğretmemeyi başarabilen,

Yarıştırdığı gençleri "bari adaletli yarışalım" diye isyan ettikleri halde, geldikleri yere, giydikleri kıyafete göre ayıran,

Güç bela girdikleri ve geride en az 1 milyon kaybeden bıraktıkları yarışın sonunda bile hala hiç bir şey vermeyen üniversitelerde çürüten,

Eğitimlisi, eğitimsizi, meslek sahibi kim olursa olsun doğru dürüst sosyal güvence sağlayamayan,

Yolda yürürken bile kafanıza kurşun yemeyeceğinizin garantisini veremeyen, tarlada gezen çocuğun üzerine bomba atılıp parçalandığı, otobüsle eve dönen kızın molotof kokteyli sonucu yanarak öldüğü,

Her gün trafik kazalarında binlerce insanın telef olduğu, her üç ayda bir mutlaka bir tren kazasının yaşandığı, önlem almak şöyle dursun komik cezaların verildiği,

Tecavüz edip öldürenin, sadece tecavüz edenden daha az ceza aldığı "3-5 yıl yatıp çıkarsın sonra kimse hatırlamaz" gibi bir söylemin doğru olabildiği bir hukuk sistemine sahip,

Yeterli önlemlerin alınmadığı işlerde, komik maaşlarla çalışan insanların öldüğü ve ailelerine komik tazminatlar ödendiği,

Küçücük çocukları ellerin taşlar tutuşturup polisin, askerin önüne salacak kadar vicdansız , ne yaptığının farkında bile olmayan o çocuklara "bunlar orospu çocuğu, bunları bana verseler anında keserim kafalarını" diyecek kadar gözü dönmüş insanların yaşadığı,



İnternet gibi bir icadı bile içlerindeki nefreti kusmak için kullanan gençlere, çocuklara sahip,

Çok sevdiklerini iddia ettikleri vatanlarının ana dilini bile doğru düzgün konuşmaktan acizlerin ahkam kestiği,

Zenginin her gün daha da zenginleşip, fakirin daha da fakirleştiği ama ne hikmetse, ezilenin her daim ezenin dalkavukluğunu yaptığı ,

Ama tüm bunlara rağmen her sabah çocuklara "bu vatan için her şeylerini feda etmelerinin" andını içtiren, 20 yaşında çocukları, 25-30 yaşında okumuşları askere alıp ellerine tutuşturdukları silahla "en büyük sensin" nidaları eşliğine suni bir savaşa gönderen ve "bak uyursan da ölürsün" psikolojisi ile geride kalanlara alkış tutturan,
 
...bu VATAN için mi feda olsun 20 yaşında çocuklar ?

Kimse kusura bakmasın, isteyen şimdi gelip bana küfürler yağdırsın, isteyen yine diline doladığı o "klavye delikanlısı" saçmalığından bahsetsin ama; bu vatan böyle bir vatan olmaya devam edecekse sağolmasın arkadaşım.

"Hepsi Amerika'nın oyunu, zaten herkes düşmanımız" da demesin kimse bana. Sen çocuğun öldüğü halde "1 tane daha var o da şehit olsun" dersen, "en az 3 çocuk yap" diyen adamlar tarafından yönetilir, "halk isterse darbe olur" diyen postal yalayıcı vekiller tarafından temsil edilir, çocuğunun kanından beslenen vampirler tarafından pohpohlanır, yeri gelir artık bu vatan uğruna akıtacak kanın kalmadığı zaman da siktiri yersin.
Yine soruyorum :

"Vatan sağolsun" diye çocuklarımız öleceğine, çocuklarımız ölmesin diye "vatan sağolsa" nasıl olur, hiç düşündünüz mü ?

Ayın Yazıları 7

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 22:50

14


Efendim "yeni bir Ayın Yazıları köşesi ile daha karşınızdayım" diyerek en kolpa sunucu girişlerinden birini yapıp sizleri "HBBA bunu nasıl yapar, işte bu olmadı, bu giriş bu bloga yakışmadı, senden bunu beklemezdik" gibi yorumlar yapmaya zorlayayım.

Zorlama espri ile dolu girişten sonra konumuza dönecek olursak, her ay bloglarda gözüme çarpan, diğer yazıların arasından sıyrılan yazılara yer verip bir nevi blog yazanları onore etmeye çalıştığım seride bu ay 10  yazı var.

Söz fazla uzatmadan hemen HBBA'ya göre Kasım'ın en iyi blog yazılarına başlayalım :

10 - Bana domates atın, yumurta atın. - Hepimiz Aynı Mahallenin Çocuklarıyız 

İnsan bazen yaptıklarına, söylediklerine anlam veremez. "Bunu ben mi yapıyorum" diye kendine sorsa dahi o saçmalıkları yapmaya devam eder. Şaşırmaktan kendini alamaz bunu yaparken ama, diyorum ya, yapmaya da devam eder. Bazen kendisi kimi zaman da başkalarıdır bu sapıtmaların hedefi.

Oz-T'nin bir nevi itirafı ettiği saçmalıksa hem kendine hem de başkasına yaptığı türden. Kendisine bu itirafı dile getiriş şekli itibari ile alkış tutarken, itirafa konu olan şey için çürük yumurta atıyor, aynı şeyleri bazen kendim de yaptığım için o yumurta kendisine isabet etmeden havada tutuyorum.

Bu arada Oz-T'nin özellikle kısa kısa tespitlerini paylaştığı yazılarına özellikle dikkat diyorum.

Örnekle de pekiştirelim :

- Internet uzerinden blog, twitter, FF ve facebook gibi sitelere herkes "
gidiyorum, kal deme, biraktim gitti, artik kalamam" gibi seyler yaziyor ya? Herkes gidiyorsa geride kalan kim? Bir tek ezik Emrah mi ki "gotur beni gittigin yere" diyor? Kim bu geride kalanlar?

9 - Kibar Feyzo Üzerine Deneme - İstanbul'un Orta Yeri Sinema

"90'lar Türk Sineması" üzerine bir inceleme dizisi yapmıştım blogun ilk zamanlarında hatırlayanlar olacaktır. Daha sonra bunun 80'ler ve 2000'ler versiyonunu da yapacağımı söylemiş ancak bu vaadimi gerçekleştirmemiştim yüzsüzce. Zaten uzun zamandır da sinema yazmıyorum.

80'ler Türk Sineması'nda ise dönemin darbeci rejiminden de etkilenen sinemanın daha çok komedi ağırlıklı filmlere yöneldiği ama bunu yaparken de Namuslu, Çıplak Vatandaş vb. örneklerde gördüğümüz üzere sistemi ve düzeni komedi zırhı ile eleştirdiğini görüyoruz.

Kibar Feyzo da her ne kadar 70'lerin sonunda çekilmiş ve darbeden etkilenmemiş bir film olsa da kendinden sonra geleceklere zemin hazırlayan bir film.


Kibar Feyzo'nun Ağa'nın kölelik düzeni ile yönettiği köyünden tutun da köyden şehre gitme süreci, ordaki adaletsizliği (Ben de Harranlıyam) , şehirdeki kölelik düzeninini (Sen gelme ulan ayı!!) keşfetmesi ve köyünde bunu anlatma çabasını izlediğimiz ve filmin sonunda yer alan "şimdiki ağa eskisini aratır olmuş" repliği ile biten film ; farklı kulvarda görünse önemli bir siyasi film kanımca.

İstanbul'un Orta Yeri Sinema blogu da işte bu önemli film üzerine bir deneme yazmış. Sinemayı sadece vakit geçirmek için görmeyen ve dönemin sineması ile ilgilenenler için güzel bir yazı.

Bu arada yakında sinema ile ilgili hem de çok kapsamlı bir seriye başlayacağımın haberini vereyim.

8 - Kız Dostları ! - Umut Karacaoğlu 

Hiç bir erkek, "kız arkadaşının en yakın arkadaşı erkek olan erkek" kadar çekmemiştir şu hayatta. Adeta kıskançlık krizlerini bastırmak ile geçer grupça yapılan aktiviteler bu adamlar için.


Şimdiye kadar bu durumu en iyi özetleyen Umut Sarıkaya'nın şu karikatürü olmuştu :


"Sizler her genç kızın yanında yöresinde gezen, kızların erkek arkadaşlarının zaman zaman kıllandığı, sinir bozucu, sinsi gibi ama iyi gibi de olan, kızın en yakın arkadaşı GENÇ MERİÇLER'siniz.. Gidin ve dünyaya yayılın aslanlarım. Skin o adamların hayatlarını..."




Umut Karacaoğlu'da bu konuya değinmiş blogunda. Şimdi özeleştiri yapmak gerekirse benim Meriç olduğum dönemler de var ki hepimiz biraz o şikayet ettiğimiz Meriçlerden değil miyiz sevgili izleyenler ?








7 - beyaz saçlarımdan sen suçlusun - piç güveysinden hallice 

Efendim hep söylüyorum şu sanal alemde karşınıza alıp sabaha kadar sohbet edebileceğiniz adamların başında geliyor Sami Hazinses. Nev-i şahsına münhasır kişiliği, en alakasız zamanda sizi kitleyen sözleri ile sıyrılıyor aradan.

Bu yazı hakkında da sadece şöyle bir giriş yapayım : Sami Hazinses berbere gider ve olaylar gelişir....

6 - 17'sinde Bir Kız, 17'sinde Bir Sevda - Persona Non grata

Normalde kızların bloglarında yazılan bu tip yazıları sevmiyorum. Çoğunluğu yavan ve birbirinin kopyası oluyor. Öyle olmayanlar da zaten çok sık yazmıyor.

Persona Non Grata ise o ender sevdiklerimden biri. Daha önce Ayın Yazıları bölümünde altın madalya da kazanan blogun sahibi a.nur o başarıdan sonra daha da şevkle yazıyor diyerek hiç yoktan kendime pay çıkarayım.


Bu arada yeni bannerı da beğendiğimi belirtmeden geçmeyeyim kendisine.

5 - Elalemin ağzı çorba değil ki dökesin... - Sıkıntı


Ayın en eğlenceli yazılarından birinde sıra.

Haydar Dümen'den Yiğit Bulut'a, Murat Dalkılıç'dan Metin Özülkü'ye, Saba Tümer'den Master Yoda'ya uzanan acayip bir yazı gelmiş Sıkıntı'nın yazarı Cornelius'dan.

Muhteşem resimlerle desteklenen tespitlerle dolu yazısında değme mizah dergisi yazarına taş çıkartacak üslubu göze çarpıyor Cornelius'un. Özellikle Ercan Saatçi vakasından sonra kimsenin değinmediği Metin Özülkü'nün durumuna yaptığı tespit ve fotoşop çalışması beni benden aldı diyebilirim. (koptum demedim dikkat ederseniz)

4 - Ben Neredeydim ? - Hastalıklı Dünya

Artık Hastalıklı Dünya Ekibi'nden birilerinin yazıları olmadan "Ayın Yazıları" olmayacakmış gibi duruyor. Bu ekip, hani "çok kafa çocuklar oğlum lan" derler ya işte aynen öyle.

Bu seferki yazı ekibin 4 üyesinden biri olan Charmerian'a ait. Kendisi Mersin'e gidiş geliş sürecini pek muazzam tespitler, betimlemeler ve gayet özgün bir üslup ile okurken yaşatıyor adeta.


Hastalıklı Dünya'ya girmek lazım sevgili izleyen.







3 - Âsâb-ı Mesel! - insan okusun diye yazıyoruz bunları!

Sonlar geldikçe çok uzun açıklamak istemiyorum açıkçası yazıları.

Charmerian'ın yolculuğuna benzer bir doğalgaz hikayesi var  bu sefer sırada.

Yine öne çıkan üslup, harika betimlemeler...

"İşte bu yüzden blog okuyorum gazeteler yerine"  dedirten bir başka yazı. Daha fazla detaya girmeyeyim girin okuyun işte.

2 - Çağdaş Kentin Homojen İnsanları - Kaos Defteri 

Ben bir İzmir'liyim biliyorsunuz bunu çoğunuz. Çoğu zaman da İzmir'de yaşamaktan memnun olduğumu dile getirirm. 

Ama özellikle son 10 yıllık periyotta bu şehirde yaşamaktan duyduğum memnuniyet yerini, bu şehirdeki insanlarla yaşamaktan duyduğum memnuniyetsizliğe bırakır oldu.
Aslında çok da fazla detaya girmek istemiyorum. Zira, İzmir ve İzmirliler hakkında bir yazı yazmak istiyorum yakın zamanda ki büyük ihtimalle İzmirli dostların çok tepkisini çekecek bir yazı olacak bu. Şimdilik kısaca bir kaç kelam etmek gerekirse İzmirlilerin artık bir özeleştiri yapması gerektiğini düşünüyorum diyeyim. 


Yazıya dönecek olursak da bu eleştiriyi çok güzel bir şekilde yapabilen bir yazı Kaos Defteri'nin yazısı. Son zamanlarda bir İzmirli'den göremediğim kadar sağlıklı bir bakış açısı ile yazmış.

...ve geldik bana göre Kasım ayında bloglarda yayınlanmış olan en iyi yazıya : 



1 - Yetmişlerde Solcu Olmak ve "Babam ve Oğlum" - Kalemzede 


Hep söylüyorum, bizde artık solcular faşist, hümanistler kafatasçı, hırsızlar dürüst  diye. 

İnandığı (!) ideolojinin ne olduğunu hiç araştırmadan, bilmeden, sorgulamadan bir tarafa geçiyor bizde insanlar. Sonra da faşistlik yapan solcular çıkıyor ortaya doğal olarak.


Yine hep tekrarladığım bir şey var ki o da şudur. Siz bırakın kendi idedolojinizin ne olduğunu; karşı olduğunuz idedolojinin bile ne olduğuna tamamen hakim olmak zorundasınız ki neye karşı olduğunuzun farkında olun da sonra o "karşıyım" dediklerinizin yaptığını yapmayın. 


İşte bahsi geçen yazıda da solcuların gerçekten solcu olduğu bir zamandan bahsediyor yazar. Bunu da bana göre oldukça abartılıp aslında bomboş bir film olan "Babam ve Oğlum" filmini de merkez alarak yapıyor. 

 İşte HBBA olarak bana göre geçen ay blogların en iyi yazıları bunlardı. Her zaman olduğu gibi tüm blog yazarlarına susmayıp konuştukları için teşekkür ediyorum şahsım adına. 


*bu arada 1.olan yazı aslında eylül ayında yazılmış. ama ben geçen ay denk geldim ve eylül ve ekim ayında atlamış olduğum bu yazıyı kasım'a sarkıttım hakkını yememek adına. ha "böyle şey olur mu" derseniz. olur derim.

Yorum Farkı II

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 14:32

19

Geçen hafta blogda yeni bir seri başlatmıştım. Yorum Farkı adını verdiğim bu serinin konusu internet alemindeki sitelere bırakılan ve eşine sadece bizim ülkemizde rastlanabilecek acayip yorumlardı.

Serinin ikinci malzemesine Ortega'nın blogu "No Pain No Gain" de rastladım.

Efendim malumunuz geçtiğimiz haftalarda her ne kadar muadilleri gibi çok büyük başarılar kazanmamış olsa da çağımızın efsane olmaya aday basketbolcularından Allen Iverson basketbolu bıraktığını açıklamış ve benim de dahil olduğum sevenlerini üzmüştü. Gerçi geçtiğimiz günlerde eski takımı Philadelphia forması ile basketbola tekrar dönüş yaptığını açıklasa da bi süreliğine hüzünlenmiştik hepimiz.

Iverson giderken de tüm sevenlerine ve kariyerinde emeği geçenlere ithafen bir mektup yazmış; bunu da paylaşmıştı tüm dünya ile.

Ortega da sevdiği bu oyuncu için "NBA Benim İçin Bitmiştir" başlığı altında bir yazı yazmış ve o yazıda bu mektubun Türkçe çevirisini yayınlamıştı.
 
İşte bizim yazıya konu olan kısmı da burda başlıyor.

Birilerinin dalga geçtiğini sanabilirsiniz ama kimse bana bizim memlekette bunu yazabilecek birilerinin olmadığını iddia edemez.

Buyrun yoruma :


Kings Of Convenience - Cayman Islands

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 05:00

5

Bazı şarkıların tam tadını alabilmek için o şarkıya uygun bir halet-i ruhiye gerekir. En kaba tabirle "damar" denilen şarkılar için acı çekiyor olduğunuz bir ruh hali şarkıya daha fazla anlam kattığı gibi şarkıdan alınan hazzı da artırır.

Bazı şarkılar içinse mekan ilişkisi kurmak gerekir. En klasik örneği verirsek Türk Sanat Müziği şarkılarının tadı en çok içki sofralarında ya da arkadaşlarla gidilen fasıl ortamlarında çıkar.

Bazı şarkılar için de zaman önemlidir. Gece dinlediğinizdeki etkisi ile gündüz olan etkisi aynı olmaz.

Kings of Convenience'in Cayman Islands şarkısı ise gece-gündüzden çok tam bir "aralık şarkısı". Aralık dediysem içinde bulunduğumuz ay olan Aralık'tan bahsetmiyorum. Bahsettiğim saat aralığı.

 Bu şarkı kesinlikle gece 3 ile sabah 6 arası dinlenmesi gereken bir şarkı. Vallahi geyik falan yapmıyorum. 02.50 bile aynı etkiyi vermez inanın.

Bir dinleyin ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Haftanın Şarkısı; Kings of Convenience'in insana gece 3 ile sabah 6 arası Cayman Adaları'nın herhangi bir kumsalında yıldızları seyretme isteği uyandıran şarkısı : Cayman Islands


Kings of Convenience - Cayman Islands (Promo Video)

| MySpace Video


Through the alleyways to cool off in the shadows
Then into the street following the water
There's a bearded man paddling in his canoe
Looks as if he has come all the way from the Cayman Islands

These canals, it seems, they all go in circles
Places look the same, and we're the only difference
The wind is in your hair, it's covering my view
I'm holding on to you, on a bike we've hired until tomorrow

If only they could see, if only they had been here
They would understand, how someone could have chosen
To go the length I've gone, to spend just one day riding
Holding on to you, I never thought it would be this clear

*"Haftanın Şarkıları"nın böyle sözlerini de yazayım diyorum bundan sonra. Daha bir güzel oluyor sanki.

Remember, Remember the Sixth of December

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 16:48

24

Alexandros Grigoropoulos..

Sizin için bir anlam ifade ediyor mu bu isim ?

Kim ki bu ?

Yunan bir basketçi mi acep; ya da adını sadece entellerin bildiği Grek ezgilerin sahibi bir müzisyen mi ?

Alexandros Grigoropoulos bir çocuk.

Hatta hiç büyümeyecek sadece "bir çocuk" olarak anılacak bir çocuk.

Çünkü Alex henüz 15 yaşındayken bir polis kurşunu sonrasında hayatını kaybetmiş bir çocuk.

Bundan tam 1 yıl önce yanı başımızda, Atina'da, bir polisin tabancasından çıkan bir kurşun sonucu hayatını kaybeden Alex zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası üst düzey bir bankacı annesi ise Ermeni asıllı bir kuyumcuydu. Kendisi rahat içinde yaşamını sürdürebileceği halde henüz çocuk yaşta adaletsizliği, eşitsizliği farkedip sesini duyurmaya çalışan bir çocuktu Alex.



Peki ne oldu Alex ölünce ? Pardon, bir polis tarafından öldürülünce ?

Olan şu, önce ilköğretim ve lise öğrencileri ayaklandı. Karakolların, valiliğin, kısaca devleti temsil eden tüm kurumların önüne gidip hükümet ve polis aleyhine slogan atmaya başladılar. Polisten coplu, sopalı tepki gelince ise bu sefer ne oldu dersiniz ?

Tüm Yunan halkı çocuğu, genci, yaşlısıyla ayaklanmaya katıldı. Ak saçlı koca koca teyzeler, amcalar pencerelerinden saksılar attılar polise, babalar oğullarıyla birlikte yürüdü, anneler kızlarını alıp slogan attı. Yunan halkı tek vücut oldu 15 yaşındaki bir çocuğun katledilmesine.


Alex'in cenazesinde bir de mektup dağıttı karşı kıyının çocukları :

UNUTTUNUZ
Bizi desteklemenizi bekliyorduk,
Bir defa da olsa,sizin bizi gururlandırmanızı bekliyorduk
BOŞUNA
Yalancı hayat yaşıyorsunuz,boynunuzu eğdiniz,
donunuzu indirdiniz ve öleceğiniz günü bekliyorsunuz
Hayaliniz yok,sevdalanmıyorsunuz,
yaratmıyorsunuz
Yalnız satıp alıyorsunuz.
HER YERDE MADDİYAT
SEVGİ HİÇBİR YERDE-HİÇBİRYERDE GERÇEK
Anababalar nerede? Sanatçılar nerede?
Neden dışarı çıkıp bizi korumuyorlar?
BİZİ ÖLDÜRÜYORLAR
YARDIM EDİN...

ÇOCUKLAR

Bu mektubu yazan çocukların sırtlarını dayadığı mottolarından biri de ne oldu biliyor musunuz ?

Taşıdıkları pankartların çoğunda yazan neydi ?

Şuydu :

Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa


Peki kimin bu sözler ?

Nazım'ın...

Yanı başındaki komşusunun içinden çıkan bir adamın sözlerinden ilham aldı tüm Yunan Halkı.

Peki Alex'in öldürülüşü ve ardından yaşananlar dizelerinden ilham aldıkları adamın memleketinde nasıl bir etki yarattı ?

Hiç...

Alex'in ismi, ezilenlerin, ezenlerin şakşakçılığını yaptığı ülkemizde geçen yıl da bir şey ifade etmiyordu, aradan geçen 1 yılda da bir şey ifade etmedi.

Zaten bırakın bir etki yaratmayı,bizim ülkenin evlatlarının üniversite okuyan/okumuş olanları da dahil, o dizelerden bile haberi yoktu muhtemelen.

O yanı başında Yunan'ı düşman belleyen bu halk, öyle bir halktı ki; bırakın 15 yaşında gavur bir çocuğun öldürülmesini; yaşı büyültülüp idam edilen 17 yaşındaki kendi evladını da, "ezilen halkı" için gencecik yaşında hapislere atılan, işkence gören, öldürülen, baklava çalıp 30 sene yiyen çocuklarından da bir ilham alamamıştı ki kendi şairinin bu dizelerinden ilham alıp haksızlıklara göğüs gersin.

Hatta bırakın buna tepki vermeyi bu işkencecilere alkış tutardı her daim.

Zaten "vatanı sevmek önce vatanın çocuklarını sevmektir" diyen şairini memleketten kovup, vatan haini ilan etmişti bile.

"Biz çocukları büyütüp katil yapınca seviyoruz ancak" demişti birileri zamanında. Biz çocuklarımıza daha küçücük yaşta oyuncak olarak bile tabancalar alıyor, vatanlarını sevmeleri için önce kan dökmelerini ezberletiyor, sevgi ile değil ancak 20 yaşına geldiklerinde askere uğurlanırken havalarda hoplatıyoruz.

Zaten katillerin yönettiği memlekette başlarına bir şey gelince de tepki yerine "vatan sağolsun, devletimiz varolsun, Allah geride kalanlara ömür versin" diyor geçiyoruz.

Mendil satan, ayakkabı boyayan, araba tamir eden, tiner çeken çocukları ise zaten görmüyoruz ki sesimizi çıkaralım. Neyinden ilham alalım ki zaten hayatları işkence olan çocukların polis tarafından işkence görmesinin, öldürülmesinin...

Ha biz tepki koymuyor muyuz haksızlıklara ?

Hiç koymaz olur muyuz canım?

Facebook'da avatarımıza Atatürk resmi, bayrak, kan ve gül koyan biz değil miyiz ? Atatürk'ü seven 2 milyon kişi bulan biz değil miyiz ?

Biziz..

Hayatında iki satır kitap okumamış anarşistlerin olaylara tepki koymayı sadece esnafın camını indirmek olarak algıladığı, en çağdaşının 1938 Kasım'ında takılı kaldığı, hoşgörü dinine mensup %99'unun 1300 yıl önceki Arap çölü zihniyetinde beyin faaliyetleri gösterdiği, "solcuyum" diyenlerin Dersim'i savunur olduğu, "yıllardır ikinci sınıf insan muamelesi gördüğünü" söyleyen ama kendi hakkını aramak yerine hala, yargılanmış ve hüküm giymiş bir insanın hakkını(!) arama peşinde koşan azınlıkların yaşadığı memlekette hakkını aramak için grev yapana bile tepki koyanların Alex'in de, Deniz'in de, Erdal'ın, Ceylan'ın da yitip gitmesi şimdiye kadar bir anlam ifade etmediği gibi bundan sonra da bir şey ifade edecek değil. Bizimki sadece boş lakırdı..

Zaten bizler klavye delikanlıları değil miyiz, oturduğumuz yerden atıp tutan ?

Peki biz tepki koyunca götümüze copu sokan polise, analarımıza "çocuklarınız bize emanet" diyip zorla aldıkları askerde yine analarımızı anmadan edemeyen komutanlara, "sorma sorgulama ezberle geç" diyen profesörlere, içinden 550 tane doğru düzgün insan seçmeyi beceremediği gibi topu 550 lira etmez bu adamlara alkış tutup, bizi götümüzün üstüne oturtup "klavye delikanlısı" "olmaya iten kim ?

Kim ?


Ne diyelim, bizimkiler uyuyamıyor bari sen rahat uyu Alex..


αναπαύεται εν ειρήνη
Alex



*
Bu yazıya "evet çok haklısın" diyip 2 gün içinde unutacak 70 milyon kişi bulabilirim..Valla bulurum.