Her ne kadar bu tip genellemelere karşı olsam da Ankara'dan ve Ankara'da yaşayan insanlardan pek hazzettiğim söylenemez.Bunda,Ankara'da kaldıgım kısa süreli dönemlerde yaşadığım olumsuz olayların da etkisi az değil tabi ki. İzmir'de herhangi bir yerden bindiğiniz otobüste bile insanlarla Fight Club tabiriyle "tek porsiyonluk " arkadaş olma gibi durumlar söz konusu iken Ankara'da bırakın insanlarla sohbet etmeyi,diyalog kurmanız bile pek mümkün olmuyor. 1 saat içinde adres sordugum 6 kişiden tarif yerine resmen azar işitince ve sordugum 7.kişi olan bir çift de "biz de İzmirliyiz zaten" deyince,bunlara ek olarak metroda yan yana yürüdüğüm ve aramızda en ufak bir "cinsel" etkileşim olmayan bir kız arkadaşımla resmen sevişiyor muamelesi yapılıp neredeyse "Vurun Kahpeye" canlandırması yaşanır gibi olunca ve bunların hepsi 2 saat gıbı kısa bir sürede cereyan edince Ankara insanı hakkında değişmesi kolay olmayacak bir önyargıya sahip oldum.
Tabi bu demek değil ki istisnalar yok.Sevdiğim yakın arkadaşlarım da var Ankara'da doğup büyüyen,ama dediğim gibi genel Ankara profili benim için pek de iç açıcı değil.
Tüm bu olumsuzluklara 15 yıldır Ankara'ı yöneten,üstün ırk,harika insan Melih Gökçek figürü de eklenince Ankara Ankara güzel Ankara demekten kendimi alamıyorum.
Takip edenler bilir bu blogda bayağı uğraşıyorum Melihciğimle.Bana bu kadar uzak mesafedeki ve bir o kadar uzak yapıdaki insanlarla ve onların başındaki adamla niye uğraştığıma gelince de Melih Gökçek inanılmaz bir model benim için.Bunu daha önce başka bir yazımda açıklamıştım.Orda da belirttiğim gibi ülkemizde Melih Gökçek tipi insanlar o kadar fazla ki,Melih de onların en uç örneği oldugu için ister istemez malzeme konusu olabiliyor bana.
Son icraatına gelince de,
Efendim üstün ırk,harika insan Melih Başkan seçim vaadi olarak "Disneyland" vaat etmiş Ankaralı dostlara...Aslında elinle iğneyle balon patlatırken böyle bir vaadin geleceğini kestirebilirdik ama ne yalan söyleyim vallaha hiç aklıma gelmemişti bu fikir.
Vallahi de gerçek,billahi de gerçek (Opduraman Boztaş'a saygılar)...
Artık Ankaralı Bebeler,Disneyland Ankara ile,
Gofi ve Melih Mouse eşliğinde eğlencenin doruklarına çıkarken,
Melihiddin ve Yasmin eşliğinde uçan halıya binebilecek..
Melih the Pooh ve arkadaşları ile maceradan maceraya koşup,
Arı gibi çalışkan başkanları Melih the BEE ile gurur duyacaklar.
Kimbilir belki onlarla alay eden biz çok bilmişler,günün birinde uslu birer çocuk olursak,bizim yaşadığımız yerlere de Disneyland'lar kurulur hatta belki Meliha Şirin'i bile görebiliriz.
*En üstteki balonlu Melih bobiler.org'dan çalınmıştır.Diğer montajlar tamamen şahsıma aittir. Evet işim gücüm yok böyle şeylerle uğraşıyorum siz anca bana laf sokun..ulan herif belediye başkanı Disneyland'la uğraşıyor ona bir şeyler söyleyin be..
Spor ne sadece Futbol ne Basketbol ne de sadece Formula'dır.Spor,Olimpiyat;Olimpiyat ise Atletizm demektir.Dolayısıyla sporun özü Atletizm'dir.Ama sadece Atletizm de değildir Spor.
Sporsever olmak ise,sporu sadece futboldan ibaret görmek değil başta atletizm olmak üzere pek çok dalı takip etmek,bilgi birikim sahibi olmak demektir.Nasıl sinema mevzu bahis olunca 30 sene önceki bir sahneden,başka bir senaryodan başka bir yönetmenden örnekler verebilecek bir birikime sahip olmak gerekiyorsa Spor deyince de bu birikime sahip olmak gerekmektedir.Spor başlı başına bir kültürdür.Olimpiyat,Atletizm ve diğer dallarda bilgi birikime sahip olmayan biri "ben sporseverim" diyemez. Jesse Owens'ın kim olduğunu bilmeyen,Olimpiyatı Halter ve Güreş sanan,spor yazarı olarak aklına Cüneyt Koryürek gelmeyen adam ben sporseverim diyemez.
"Ben anlamam Atletizm falan hoca ben futbol bilirim" demek de futbolsever olmak demek değildir.
Futbolsever olmak demek futbolu Turkcell Süper Lig'den ibaret görmek,arada bir izlenen Avrupa'dan maç özetlerini takip etmek değildir.Futbolsever adam Uruguay'ın iki Dünya Kupası sahibi olduğunu,Just Fontaine'in kim olduğunu,Antonin Panenka'nın nasıl meşhur olduğunu bilmelidir.Futbolsever adamın Dünya Kupası kültürü olmalıdır en başta.
İşte 70 Milyonluk ülkenin televizyonlarındaki spor haberlerinde "Fenerbahçe'nin günü düz koşu yaparak geçirdiğini,Galatasaray'ın Konya deplasmanına 3 eksikle gittiğini,Beşiktaş'ın eski Fenerbahçeli X ile anlaşmak üzere olduğunu" izliyoruz yıllardır.Eskiden TRT'nin yaptığı programlar da geride kaldı,şimdi TRT 3'ü açınca 4 gün önce oynanan Fenerbahçe-Hacettepe maçının tamamıyla karşılaşıyoruz.Sadece çırpınan bir NTV Spor var.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy 18 yaşındaki gençlere devletin bedava gazete aboneliği vereceğini açıkladı geçen hafta.Amaç,hem okuma alışkanlığını yaymak hem de bir kültürel altyapı oluşturmak.
Peki biz yapsak bu uygulamayı ne okutacagız gençlere.Spordan örnek verelim.Ülkenin en çok satan gazeteleri Fotomaç ve Fanatik,sadece saçmasapan transfer haberleri yayınlamaktan başka işleri olmayan,asparagastan da öteye giden kurumlar.Ben bir gün olsun da bir yazı dizisine,Dünya Kupaları'ndan enteresan hikayeler gibi öğelere rastlamadım bu gazetelerde.Varsa yoksa abidik gubidik,bazen bel altı başlıklar,takımdan ayrı düz koşu yapan futbolcu haberleri.Gençler zaten abone sayılır bu gazetelere.
Olaya bir de şöyle bakalım.Artık internet çağında yaşıyoruz.Yani her türlü bilgi elimizin altında.Üstte verdiğim örnekler ülkemizdeki kırsalları kapsıyor belki;peki ya evinde interneti olan büyükşehirlerde yaşayan,üniversitelere giden gençler..
Onlar ne yapıyor ? Onlar sahip mi bu spor kültürüne ?
Yaptıkları aynı gazeteleri okumak ve internette o gazetelerin uzantısı olan sitelerde laf yarıştırmak "En büyük bizim taraftar,en büyük bizim takım" diye.Türkiye'nin en çok tıklanan Spor(!) sitelerinde sadece futbol ve gudik transfer haberleri okunuyor bu gençler tarafından.Artık bloglarda bile Fanatik-Fotomaç-Fotospor kültürü hakim.
Tüm bu koşullar içinde nüfusunun neredeyse yarısı gençlerden oluşan bu ülkenin gençleri spor yapmayı bırakın,bir spor kültürüne de sahip olamıyor.
Ve bu ülke Atletizm'de neredeyse son 50 yılda sadece 1 sporcu çıkarabiliyor.O da Çankırı'lı bir köylü kızı Süreyya Ayhan.Henüz 14 yaşında Yücel Kop tarafında keşfedilen Ayhan,zorlu şartlar altında bir şekilde kendini gösterir ve Avrupa Şampiyonluğu'na kadar erişir.Peki sonra ?
Profesyonllikten son derece uzak Yücel Kop tarafından adeta esir edilen bu kız önce,neredeyse çocukken tanıştığı hocasıyla evlenir ardından bir ton skandala imza atar bu adam yüzünden.2003'de Paris'teki Dünya Şampiyonası öncesi neredeyse tüm Dünya Basını tarafından 1500 metrenin en büyük favorisi ilan edilen bu genç kız son 100 metresine önde girdiği yarışı adeta kendi elleriyle Rus atlet Tomashova'ya teslim eder ve gümüşle yetinir.
Basın toplantısında nedenini soran gazetecilere Yücel Kop Hazretleri "Süreyya regl oldu" diye cevap verir.Bilmeyenler için belirteyim bayan atletlerin regl dönemleri antrenörleri ve doktorları tarafından çeşitli haplar ve tedaviler ile düzene alınır ve yarış gününe denk gelmez.
Bu akıl almaz olaydan 1 sene sonra ise artık tüm ümitler Atina 2004 Olimpiyatları'na kalır.Ancak doping kontrolü için gelen yetkililere idrar verme sırasında zorluk çıkaran Yücel Kop ,Süreyya'nın 2 yıl men cezası almasını sağlar.
Cezası bittikten sonra hiç bir yarışa katılmayan Ayhan artık Süreyya Ayhan Kop olmuştur.Başka bir antrenör tarafından çalıştırılmayı reddeden ve "Beyim en iyisini bilir" diyen Ayhan 2008 Pekin öncesi de idrarında iki yasaklı madde tespit edildiği için ömür boyu ceza alır.Bu ceza daha sonra 2 yıla indirilir.
Peki Türkiye'nin gelmiş geçmiş belki de en büyük atleti olabilecek kızı bu esnada ne yapmaktadır.
Çocuk yapmaktadır efendim.
Geçen hafta bir oğlu olmuştur gözde çiftin ve adını da babanın adı olan Yücel koymuşlardır.
Bu hikayede kim suçlu diye sormak o kadar zor ki.O kadar suçlu var ki bu hikayede.
Henüz 14 yaşında tanıştığı bir genç kızı adeta kölesi haline getiren evli iki çocuk babası bir adam,o adamın kölesi olan sözünden çıkmayan cahil bir kız,bu olaylara ses çıkarmayan ve "gümüş madalya mı gördük hayatmızda helal olsun kıza" diyen bir basın ve spor kültüründen son derece uzaklarda yaşayan,tek dertleri tuttukları takımın haftayı 3 puanla kapaması olan 30 milyon genç nüfuslu bir ülke.
Yücel Kop Jr. annesinin gümüş madalyasını görünce gurur duyacak belki ama,ben bir sporsever olarak alabileceği altın madalyaları görünce o gümüşten utanıyorum açıkçası.
Yazık oldu Süreyya'ya..İyi oldu bizlere..O gümüş bile çok bu gençliğe..
Bir insan canlı söylediği şarkıya yanlış tondan girer,detone olur;kendi yazdığı şarkının sözlerini unutur ve buna rağmen şarkıya bambaşka bir tat katabilir mi ?
İşte Sezen bunu yapabiliyor.
Artık kendisine taptığımız için bize mi öyle geliyor yoksa yıllar geçmesine rağmen,Sezen'in özellikle sesindeki kayıplar,yüzündeki deformasyonlar kendisine apayrı bir tat mı katıyor ?
Sadece ona hayranlığımızla açıklayamayız sanırım bu durumu.Michael Jackson'ı da çok severdik çünkü biz..Onu niye aynı göremiyoruz ?
Ebru Gündeş'in sesi mi daha güçlüdür,yoksa Sezen'in mi ? Tabi ki Ebru Gündeş'in..
Ama şu şarkıya o güçlü sese rağmen ,Sezen'in bozuk,detone,unutkan yorumunun kattığı tadı katabildi mi kendisi ?
Yıpranırken bile tat vermek..Efsane olmak böyle bir şey olsa gerek..
*Bu arada gitarı da Türk Pop Müziği'ni ölü toprağından kaldıracak olan adam olarak gördüğüm Mustafa Ceceli çalıyor.
1989 yılı..Daha 5 yaşındayım o zaman.Okula gitmiyorum.Anneannem,dedem,teyzem ve dayımla aynı evde yaşıyoruz.Annem,babam ve kardeşim ise bizden ayrı başka bir evdeler.Annem işe gitmeden sabahları gelip kardeşimi bırakıyor.Etrafı mandalin(a) bahçeleriyle çevrilmiş bir ev bizimkisi.O yüzden okula başlayana kadar çocukluk arkadaşımız olmadı kardeşimle.
Teyzem deli dolu bir genç kız o zaman.Onunla dostluğumuz da o zamana dayanır.O dönem tek derdi bana okuma öğretmek.Diğer aile üyeleri "okula başlasın öğrenir bırak şimdi çocukluğunu yaşasın" diyorlar.Ama o koymuş kafaya öğretecek.
ve Susam Sokağı başlıyor televizyonda..Her sabah başındayım.Hiç bir bölümünü kaçırmıyorum.Derken bir gün dış sesten önce geçen altyazıyı okumaya başlıyorum..
Teyzem çıldırıyor,evde şenlik havası...Hemen günün gazetesi getiriliyor...Çatır çatır okuyorum.Kardeşimle göz göze geliyoruz..pis pis bana bakıyor.Sanırım ilk çatışmamızın başladığı an o an.
Okumayı söktüğüm günden 1 gün sonra Teyzem tarafından elime bir kitap tutuşturuluyor.Resimsiz,kalın,gri ciltli bir kitap..Açıyoruz kapağı "Sefiller" yazıyor."Oku" diyor teyzem.. "Viktoy Hügo....Sefilley" diyorum...bir de çözülemeyen bir "R" problemim var o zaman. *ki ilk R harfini söyleyebildiğim kelime ve an da apayrı bir komedidir.
Neyse okuyorum ben o kitabı,sanırım 15 gün falan sürüyor.Derken kitaplar ansiklopediler ard arda geliyor.Hatta hala sakladığım "İlk Ansiklopedim"in ilk cildi Teyzem tarafından eve getirilidiğindeki sevincimi hala hatırlarım.Malesef 7 cildini alabilmişti o zaman.Hala durur odamın başköşesinde. Her boku bilme sevdam o zamandan başlıyor işte.
Yıllar sonra Teyzem'i Ankaradaki evinde ziyarete gittiğim dönem o Sefiller kitabını buluyorum."Teyze bu kitap bana okuttugun Sefiller mi diyorum"..."Evet" diyor.
"Manyak mısın Teyze ya 5 yaşında çocuğa bu kitap mı okutulur" diye sordugumda ise
"Ben de o sıralar bunu okuyordum ikinci cilde geçmiştim,hoşuma gitmişti sana da birinci cildi okutmuştum işte" diyor ....
*İlk R harfimi ,8 yaşındayken,televizyonda bir Brezilya dizisini izleyen anneannemin şimdi hatırlamadığım sorusunu "MaRiyana'nın kocası işte" diye cevaplayarak söyleyebildim.
Berbat bir üçlük yarışması,bencilliği yine üzerinde bir Kobe,kendini tekrar eden "Superman"Dwight Howard'ın sırf boyu kısa diye saçmasapan smaçlarıyla jüriden puan alan Nate Robinson'a geçilmesi ve son yıllarda gördüğüm en mükemmel smaçlara imza atan İspanyol Rudy Fernandez'in adeta görmezden gelindiği bir All-Star..
Rado kendi blogunda üşenmemiş gayet güzel (şaşırdım) bir yazı yazmış ama açıkçası benim hayatımda izlediğim en kötü All-Star Haftasonu'nun özeti bunlardı..Ta ki Shaq sahne alana kadar.
Batı takımı anons edilirkenJabbawockeez adlı dans grubu ile birlikte muhteşem bir dans şovuna imza atan maskeli kahraman Shaq adeta tüm bu hüsranı aldı götürdü.
2 metre 15 santim boyunda,150 kilogram ağırlığında bir adamın insanları nasıl eğlendirebildiğine bakar mısınız.Burnundan kıl aldırmayan yıldızlardan eksiği yok fazlası var..Ama onlar gibi kasılmak şöyle dursun,olabildiğine rahat ve kaygısız bir adam.
Ne Kobe,ne Lebron,ne de Garnett..Hiç kimse bu oyuna onun kattığı keyfi katamıyor.
Herhalde o gittiği zaman Michael Jordan'ın gidişinden bile daha çok koyacak basketbolseverlere ve kesinlikle All-Star'lar da hiç bir zaman onun olduğu kadar eğlenceli olmayacak.
*Bonus olarak 2007 all-star haftasonundan James ve Howard'ı da dahil ettiği muhteşem bir şov daha.
Koreli yönetmen Chan-Wook Park'ı pek çoğumuz, Cannes Film Festivali'nden de ödülle dönen intikam temalı Oldboy filmi ile tanıdık. Oldboy şimdiden klasikler arasına girmiş muhteşem bir eserdir. Ancak pek çok kişinin bilmediği Oldboy'un aslında yönetmenin "İntikam" temalı üçlemesinin ikinci filmi olduğudur.
Sympathy for Mr. Vengeance, Oldboy ve Sympathy for Lady Vengeance'den oluşan bu intikam üçlemesi Chan-Wook Park'ı günümüzün en önemli yönetmenlerinden biri arasına soktu şimdiden.
Üçleme ve yönetmen hakkında fazla detaya girmek istemiyorum aslında.Malum bu sadece bir jenerik yazısı. Ama kısa kısa bilgiler vermeden de geçmeyelim dedim.
Sympathy for Mr.Vengeance
İntikam üçlemesinin ilk filmi 2002 yapımı benim pek hazzetmediğim Boksuneun Naui Geot uluslararası adıyla Sympathy for Mr.Vengeance idi.
Daha önce çekilmiş olmasına rağmen, özellikle Oldboy'dan sonra izleyen izleyiciler için oldukça büyük hayal kırıklığı yaşatmış bir filmdi Mr.Vengeance. Dilsiz, yeşil saçlı sefil bir adamın hasta kızkardeşi için böbrek bulmak amacıyla içine düştüğü talihsiz durumun bir intikam hikayesine dönüşmesi anlatılıyordu. Park'ın bazı bölümlerinde kendini gösteren ve parıldayan ışığına rağmen yine de kendi içindeki tutarsız ve sönük hikayesi ile film, bana göre üçlemenin ilk filmi olmasına rağmen en zayıf halkası olmaktan öteye gidememiştir.
Oldboy
2003'de Park, serinin ikinci ve en ses getiren halkasını çekti ve adeta yer yerinden oynadı. Film Cannes Film Festivali Büyük Ödülü de dahil olmak üzere pek çok ödül topladı.
Hatta film öyle bir başarıya ulaştı ki, pek çok insan Oldboy'un bir üçlemenin halkası oldğundan bihaber izledi filmi ve film başlı başına ayrı bir film olarak anılmaya başlandı.
Kaçırılıp 15 sene boyunca bir odada tutulan bir adamın, birden salıverilmesi ve kendisine bunu yapanlardan intikamını alma çabasını anlatan film, ağızları açık bırakan finali ile de seyirciye sağlam bir tokat patlattı. İntikam kavramına bambaşka bir soluk getiren film, yönetmenin şimdiye kadarki en başarılı işi oldu her açıdan. Gerek harika senaryosu gerekse müthiş oyunculukları ve Park'ın muhteşem yönetimi ile yukarıda da belirttiğim gibi şimdiden klasikler arasına girdi.
Sympathy for Lady Vengeance
...ve gelelim asıl konumuza.
Evet Oldboy, Chan-Wook Park deyince akla gelen ilk filmdir ve gerçekten de yönetmenin en başarılı olmuş filmidir. Bunu tartışmak anlamsız. Ama bana göre üçlemenin ve yönetmenin en iyi filmi kesinlike 2005'de çektiği Chinjeolhan Geumjassi yani Sympathy for Lady Vengeance'dir.
Film bizde de "İntikam Meleği" adıyla gösterime girmişti.
Bu sefer 13 yıl hapis yatan Geumja'nın hikayesini sundu bizlere Koreli yönetmen. Mr.Vengeance'in ve Oldboy'un kat kat üzerine çıkan bir yönetmenlik, her çeşit İntikam'ın iç içe geçtiği muhteşem bir hikaye ve İntikam temasının adeta nakış gibi işlendiği bu film, malesef çok haksız bir şekilde Oldboy'un altında kalmaktan kaçamadı.
Film ile ilgili çok detaylı bir yazıyı başka bir zaman yazmayı düşünüyorum. Dediğim gibi şu an sadece jeneriklerden bahsettiğim için, filmin muhteşem açılış jeneriğine değineceğim.
Filmi izleyenler bilir, Geumja'yı anlatacak kelimeler : güzellik,zerafet,intikam,kan,nakış ve pasta'dır.
İşte filmin açılış jeneriği de tüm bu öğeleri bir araya getirerek filme giriş yapmamızı başarıyla sağlıyor. Filmin bütününe yayılan orjinal müzikleri daha jenerikte kendini harika bir biçimde gösteriyor.
Tüm zamanların en iyi intikam filmlerinden Sympathy for Lady Vengeance'in bir o kadar başarılı jeneriği.
Buyrun izleyin efendim..
*Filmi izlememiş olanlar da izleyebilir bu jeneriği.
Mete Özgencil'in 2001 yılında çıkardığı "Olmalı" adlı albüm "arada kaynayıp giden güzel çalışmalar" başlığına örnek olabilecek niteliktedir.Albüme ismini veren Olmalı şarkısının yine Mete Özgencil tarafından çekilen animasyon tarzındaki klibi de türün en iyi örneklerindendir bana göre.
Yaşanır ağır ağır büyük aşklar tomar tomar gelir üstüme birikir Yetişir ağır ağır çocuklar da kendini tanır sonra hemen unutur Olmalı Eğer ipler senin elindeyse hemen çek göster Göster bana na kadar çelimsiz ve sevimsiz olduğumu Yaşanır ağır ağır büyük aşklar tomar tomar gelir üstüme birikir Yetişir ağır ağır salaklar da kendini tanır sonra elbet unutur Olmalı Eğer ipler senin elindeyse hemen çek göster Göster bana ne kadar çelimsiz ve sevimsiz olduğunu
Nice yağız delikanlılar sinemada sevgilinin seçtiği romantik komediyi izleyip sonra da beğendikleri halde "ya bana göre değil Nuran,ben vurdulu kırdılı şeylerden hoşlanıyorum" demek zorunda kaldı.Aynı gençler evlerinde gizli gizli çikolata eşliğinde Amelie seyredip pişmiş kelle gibi sırıtırken annelerine yakalandılar sizlerin yüzünden.
Kim ne derse desin ben bu filmi seviyorum işte kardeşim.Yalan mı söyleyeyim yani.romantik komedi de seviyorum işte ne var allah allah..bir delikanlılık kitabı attınız ortaya yıllardır,yok "delikanlı adam şunu yapmaz bunu yapmaz"...sonra bunu "erkek adam şunu yapmaz bunu yapmaz"a çevirip iyice sınırları daralttınız.
Seviyorum işte.My Best Friend's Weedding'i de içinde Hugh Grant'ın,Meg Ryan'ın vb. olduğu bir sürü romantik komediyi de seviyorum..Bu filmin jeneriğine de hastayım ulenn...
Tamam,şimdi bir gelin 3 tane de nedime dans edip öyle racona ters hareketler falan yapıyor,bize uymaz ama güzel be işte kardeşim..
Seviyorum ben romantik komedi...bu filmi de seviyorum.
Delikanlıyız erkek adamız Allaha şükür.Orası ayrı mevzu.
*Sırada Aynalı Tahir'in jeneriği var..Anca onunla toparlarım herhalde...
Son zamanlarda gördüğüm en güzel ve en eğlenceli widget'a rastladım Boş Muhabbet'de. Malumunuz Google Translate artık Türkçe de servis vermeye başladı ve kültür mantarı'ndaki arkadaşlar da hemen bloglar için,yazılarınızı pek çok dile çevirecek bir eklenti geliştirmişler. Açıkçası çok güzel bir araç.Artık yabancı dostlarımızla da yazılarımızı paylaşabileceğiz. Her ne kadar bizim dilimizin dolambaçlı yolları nedeniyle cümleler tam anlamlarının karşılıgı olarak çevrilmese de en azından "derdimizi anlatacak kadar" işe yarıyor.
"Derdimizi anlatacak kadar" demişken ecnebi dostlarla,tanıtım maksatlı bir Türk şakasını da paylaşmak isterim...
Uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum.Acun hayatının programını yapmış,Türk halkı da bedavaya Cem Yılmaz gösterisi izlemiştir bu gece.Cem Yılmaz'ın bu akşamki "Var Mısın Yok Musun" performansından sonra bu ülkede "Recep İvedik 2" ,"Recep İvedik 1"i geçer ya da yakın bir gişe elde ederse,ayaklarıma yoğurt dolu bidonlar bağlayıp kendimi Akşehir Gölü'ne atmaya karar verdim..
Sözlerimi torunlarıma bırakıp,atasözü haline getirmeye çalışacağım bir vecize ile son veriyorum :
"Recep İvedik'in gişe rekorları kırdığı bir ülke Melih Gökçek'ler tarafından yönetilmeye mahkumdur"
Gittiğinden beri Martina hep seni soruyor.Sana hala Simone diyor.Ama en kısa zamanda hikayeni ona anlatacağım.Dün işte ilk kez bir pasta yapmamı istediler benden.Bil bakalım hangisini yaptım.Şef aşçı yorum yapmadı.Ama Pazar günü listesine onu da dahil etti.Sanırım bu iyiye alamet.Filippo vardiyasını değiştirmeyi başardı.Piyangodan para kazanmayı başarmış gibi coşkuluydu.Şu an için ondan daha fazlasını isteyemeyeceğimi anladım.
Biliyor musun,Lorenzo'yu düşündüğüm zaman yüzünü unutmaktan sesini hatırlayamamaktan korkuyorum artık.Ne yapıyordur şu an kim bilir ? Kime gülümsüyordur? Bir sözüne ,bir bakışına bir hareketine hala ihtiyacım var Davide... Ama sonra birden hareketlerini hareketlerimde hissediyorum.Kelimelerimde seni buluyorum.Gidenler sende hep kendilerinden bir şeyler bırakıyor.
Hafızanın sırrı bu mu ?Eğer buysa,kendimi daha güvende hissedeceğim...
Şu diziyle ilgili bildiğim tek şey Francis Ford Coppola'nın yapımcısı olduğu ve farklı zamanlarda kaybolan 4400 insanın aniden ortaya çıktığıdır.Sadece 1 bölümünü izlemiştim,hoşuma da gitmişti dizinin konusu ve anlatımı ama sonraları yitip gitti bir şekilde.Daha sonra internetten dizi indirip izleme diye bir kavram çıktı ortaya ama bir türlü şu diziyi bulup da izlemek aklıma gelmedi.
Diziden aklımda kalan en önemli iki şeyse Mahershalalhashbaz Ali isminde bir insan evladını kadrosunda barındırdığı ve harika jeneriği idi.Mahershalalhashbaz Ali'yi en son Benjamin Button'ın üvey babası rolünde izlemiştik.Benjamin'in üvey annesi rolündeki Taraji P. Henson yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar adaylığı alırken,ondan çok daha iyi bir performans sergileyenMahershalalhashbaz Alibelki de ödülü sunacak oyuncu adını söyleyemez diye adaylık alamadı Neyse efendim buyrun izleyin güzel jeneriği.
Steven Spielberg'in bir dolandırıcının hikayesini anlattığı "Catch Me If You Can" bizdeki çevrimiyle Sıkıysa Yakala(bak bunu iyi çevirmişler) zihnimde filmin bütününden çok jeneriği ile yer edinmiştir.Adeta o muhteşem jenerikten sonra filme konsantre olamadım desem yeridir.Açıkçası bu öyle bir jenerik ki filmi çekmeye bile gerek kalmamış bence.Filmde olacakları harika bir dille anlatan çok güzel bir animasyon.Spielberg "budur işte hikaye haydi dağılın bakalım" dese hiç şaşırmaz "vallahi güzel çekmişsin hocam filmi helal olsun verdiğimiz paraya" der çıkardım salondan.
Henüz 16 yaşında dolandırıcılığa başlayan,önce okulunda öğretmen gibi derslere giren ve aylarca sınıf arkadaşlarını kandıran,ardından evden kaçan,pilotluk,doktorluk,avukatlık gibi meslekleri icra eden(!) ve henüz 20'li yaşlarında 2 milyon dolara yakın para kaldıran Frank Abagnale Jr.'ın hikayesinin anlatan Spielberg,fetiş bestecisi John Williams'ın harika müzikleri eşliğinde ,filmi bilmem ama,harika bir jeneriğe imza atmıştı.
İşte o jenerik.. (seksi fotoğraflar için tıklayın der gibi oldu )
*filmin afişini bile gittim animasyon olandan koydum.o derece hastayım bu jeneriğe.
Yine bir dizi var sırada.Televizyona sanatı sokan kanal HBO'nun bir başka harikası Carnivale. Yoksulluğun,açlığın,hastalıkların ve kum fırtınaların kol gezdiği,Amerika'nın adeta can çekiştiği Buhran Dönemi'nde,şehir şehir gezen bir karnavalın mistik hikayesini anlatıyordu Carnivale. Ortamdaki en normal kişinin cüce Samson olduğu,sakallı bir kadını,tarot kartlarıyla geçmiş ive geleceği gören bir kızı,gerçek hayatta da yapışık olan siyam ikizlerini,mistik güçlere sahip bir kanun kaçağını,Tanrıyla konuşan ve çeşitli mucizeler yaratan bir rahibi ve daha binbir çeşit ucubeyi kadrosunda barındıran dizi bir de Buhran Dönemi'nin o tozlu,bitik atmosferinde geçince insan izlerken yanında bir şişe su bulundurup gözüne toz kaçmış gibi yüzünü yıkama ihtiyacı hissediyordu.
Dizinin 1 buçuk dakikalık harika jeneriği ise bu kısa sürede Buhran Dönemi'nin getirdiği açlık,işsizlik,kuraklık,ve ırkçılığı dizinin kalıbını da oluşturan mistisizm teması ile başarıyla anlatıyordu.
ve eğer David Lynch günümüzde bir dizi çekmek isteseydi,bu kesinlikle Carnivale olurdu.
Kim ne derse desin bu yılın en iyi filmi kesinlike Slumdog Millionaire. İngiliz yönetmen Danny Boyle;Shallow Grave,Trainspotting gibi iki muhteşem filme imza attıktan sonra o derece etki yaratan bir film çekememişti açıkçası.Her ne kadar benim çok sevdiğim ama eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan "The Beach" ve zombili gerilim filmlerine yeni bir soluk getiren "28 Days Later" gibi iki değişik filme ve Millions ve A Life Less Ordinary gibi alakasız türdeki filmlerden sonra asıl bombasını bu sene patlattı. İşin garibi Slumdog Millionaire kesinlikle bir İngiliz filmi değil bana göre.Film sadece İngiliz bir yönetmen tarafından çekilmiş bir Hint filmi.Ve içinde her türden öğeleri barındıran bir şaheser.Aşk,macera,dram,trajedi,komedi,aksiyon... Bu türleri bir araya getirirken de tam yerinde bir kıvam tutturulmuş. Popüler Yorum'un tabiriyle "Gerçeğin Masalı" çıkmış ortaya. Bu film ile detaylı bir yazıyı daha sonra yazmayı düşünyorum. Şimdilik filmde beni en çok etkileyen sahnelerden kapanış jeneriğini paylaşmak istiyorum.Bahsettiğim "Bollywood'a Saygı" yı doruk noktasına çıkaran Hint alfabesinin yazı karakterine yakın harflerle,karakterlerin çocuk,ergen ve genç hallerini sıralamasıyla ve muhteşem Hint dansıyla harika bir kapanış jeneriği bu.Filmin tamamına yayılan muazzam müziklerinden(A.R.Rahman) Jai Ho eşliğinde muhteşem bir kapanış.. *Uyarayım bu jenerik hafiften spoiler içermektedir.İzlemeyenler kızmasın sonra.
*Filmin harika soundtrack albümünü de buradan indirebilirsiniz.
Sadece Jeneriği ile değil içeriği ile de bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en mükemmel dizisidir.Bakın en "mükemmelerinden biridir" demiyorum,1 numaradır.İstisnası kesinlikle yok.
Six Feet Under'ı izlemeye başladıktan sonra Lost'un ne sonunu ne başını merak etmeyi bıraktım,Prison Break'i heyecanla beklediğim için resmen kendimden utandım.
Alan Ball'ın harika zihninden çıkan "Six Feet Under" benim zihnimde OZ'u tahttan indirmekle kalmamış aynı zamanda çıtayı öyle bir yere yükseltmiştir ki artık gerçekten de kolay kolay dizi izleyemez oldum.
Bazı öyküler,filmler,kitaplar vardır ya hani,büyük üstatlar bile "üzerine bir şey anlatamam,okuyun,izleyin,dinleyin" diyebilirler sadece.İşte Six Feet Under da öyle bir dizidir.Blogu açtığımdan beri üzerine bir yazı yazmaya çalışıp bir türlü beceremediğim bir başyapıt. Ölüm ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.. Ve böyle bir diziye de böyle bir jenerik yakışırdı.
Bazıları için filmin bitişindeki gereksiz yazılardır jenerik.Daha bitişini bile izlemeden kalkıp terkederler sinemayı.Oldum olası filme ve filmde emeği geçenlere saygısızlık olarak gelmiştir bana,bu hareket.Filmin kapanış jeneriğini sonuna kadar beklerim o yüzden.Çoğu zaman "ayağını çek de geçelim film bitti daha ne bekliyon lavuk" dercesine bakışlara maruz kalsam da inadına kalırım en sona.Bazen de küçük sürprizlerle karşılaşırım ve bunu yönetmenin,sinemada filmin sonuna kadar bekleyenlere bir ödül olarak verdiğini düşünürüm.Çocukça biliyorum ama öyle işte.
Bazı zamanlar filmin jeneriği,filmin tamamının da önüne geçer benim için.Aklında filmden ne kaldı sorusuna "valla jenerik süperdi" dediğim de olmuştur.Mesela "Catch Me If You Can" filmin tamamından çok açılış jeneriği ile aklımda yer eden bir filmdir.
Son yıllarda ise artık dizi dünyasında da jenerikler ön plana çıktı benim için.Artık bazı dizileri sırf jenerikleri için izler oldum diyebilirim.
Bu blogda da böyle bir bölüm açmak istiyorum.Ara ara sevdiğim dizi ya da film jeneriklerini paylaşacağım.Belki benim gibi jenerik delileri vardır..
Razzie Ödülleri'ni sinema dünyasını yakından takip edenler bilir.Türkçeye "Altın Ahududu" olarak çevrilen ödüller,her sene Oscar'dan bir gece önce düzenlenen törenle sahiplerini(!) bulur.Amma ve lakin sahiplerini istisnalar(Halle Barry) dışında pek sahnede göremeyiz. Zira ödül töreni yılın en kötü film,yönetmen,aktör,aktrist,yardımcı aktör-aktrist ve en kötü çiftini seçer.
Malum ülkemizde de son yıllarda oldukça fazla film çıkmakta ve bu kadar film arasında her sene kötü sıfatının bile haketmeyecek yapımlar türemekte. Ben açıkçası sırf aday fazlalığından dolayı bu tip bir ödülün ülkemizde organize edilmesinin imkansız olacağını düşünüyorum.Bunun yanı sıra hoşgörü kavramı da bizde var olmadığı için bu tip organizasyonların şakası bile yapılamaz durumda.Mesela Halle Barry'nin gelip bizzat en kötü kadın oyuncu ödülünü kabul edip kendisiyle de dalga geçerek yaptığı konuşmayı Meltem Cumbul'dan bekleyebilir miyiz?
Düşünün ki,yapımcılar "Emret Komutanım Şah-Mat" adlı film hakkında olumsuz yazıları nedeniyle Atilla Dorsay'ı mahkemeye vermişler;gerekçe olarak da filmin gişesinin etkilendiğini göstermişlerdi. Vallahi filmi izlemedim ama o film hakkında üşenmeyip eleştiri yapmakla bile dava edilmeyi hak ediyor aslında Atilla Dorsay.Ben hakimin yerinde olsam "üstat manyak mısın gidip bu filmi izledin,bir de üzerine yazı mı yazdın,al sana katıksız 10 sene" derdim.
Bunun yanı sıra Recep İvedik gibi bir filmi çekip ardından da eleştirilince,köpüren insanlar da mevcut ülkemizde.O yüzden Altın Hıyar gibi bir ödül düzenlemek sanırım şimdilik bir hayal.
Ama her ne kadar çıkış noktası farklı da olsa artık bizim de bir Razzie ödülümüz var sayılır : Altın Bamya
Adından da anlaşılacağı üzere,feminizim kokan bir ödül.Kendi sitelerinde yaptıkları açıklamada :
Türk sinemasında erkek egemen bakışın ağırlığına, kadınlara dair oluşan cinsiyetçi bakışın yeniden üretilip temsil edilmesine ve ayrımcılığın kanıksanır kılınmasına eleştiri amacıyla verilecek olan Altın Bamya ödülünün adayları ön jüri tarafından 2008 yılında vizyona giren yerli filmler arasından belirlendi.
..ibareleri yer alıyor ödülle ilgili.
4 dalda verilecek Altın Bamya'lar.
Erkek Oyuncu,Kadın Oyuncu,Senaryo,Film
Ben açıkçası çıkış noktalarını ve karşı çıktıkları durumu çok haklı buluyorum.Bu duruma tepki koymak adına da böyle yaratıcı bir işe imza etmek gerçekten şahane.Özellikle de ödül ismi ve cismi ile gerçekten alkışı hak ediyor.
Sitede bir Oscar anketi düzenleyecektim ama,Altın Bamya anketi yapmak daha eğlenceli geldi şu an. Buyrun oylayın efendim.
*Oy verirken filmin kötülüğüne göre değil,kadın figürüne bakışına göre oy verin lütfen.
Bu blogu açtığım günden beri bir Barış Manço yazısı yazmak vardı aklımda. Araya başka konular girdi, filmler, şarkılar, olaylar..Unutmadım ama bir türlü de fırsat olmadı. Derken ölüm tarihi yaklaştı. O güne sakladım onu anmak için, ama Ali Kırca'nın programını izleyince vazgeçtim. Ali Kırca'dan nefret ettiğimden mi artık bilmiyorum ama içimden gelmedi bir şeyler yazmak.
Sonra dün akşam Boş Muhabbet başlığı altında gayet dolu yazılar yazan TReVaNiaN'ın blogunda gezerken alttaki şarkıya rastladım.Gamzedeyim Deva Bulmam...
Barış öldüğünde Atv günlerce bu şarkı eşliğinde haberler hazırlamıştı onunla ilgili. Alttaki sahne ise Barış Ağbimiz'in ilk ve tek filmi "Baba Bizi Eversene"den. Hani Mahir rolünde Meral Zeren'in peşinden koştuğu, Hulusi Kentmen'den dayaklar yediği, İzmir'de de geçen sahneler içeren filmden.
Filmi de izlemiştim, şarkıyı da defalarca dinlemiştim. Ama beni bu yazıyı yazmaya iten TReVaNiaN'ın şu cümlesi oldu : Dünyayı Acun'la değil Barış Abi'yle gezdik biz. Adam olacak çocukları izleyerek büyüdük. Özlüyoruz be abi seni....
O kadar naif ve o kadar dolu bir cümleydi ki bu..
Bazen üzülür kızarım gidişata, niye bu devirde doğduk diye isyan ederim. Bu blogu okuyanlar aşinadır buna. Hep eskiyi yad eder, eskiden şöyleymiş böyleymiş, şimdi niye böyle diye isyanlarda dolaşırım..
Ama biz ne de güzel çocuklarmışız be dostlar...
Öyle güzelmişiz ki.
Şimdilerde gençler Demet Akalın'la Bebek'te üç beş tur atmanın hayalini kurarken olmadı bi de sinema yaparken, biz Barış ağbimizle çoktan Nepal'i Hindistan'ı gezmişiz de haberimiz yokmuş.
Ne şanslıymışız biz...
Öyle şanslıymışız ki iki uyduruk İngilizce söz yazıp, "beni dünya tanıyor" diyen adamlarla değil, Barış ağbimizin ellerinde Türk bayrağı sallayan Japonlarla konserlerini izleyerek, İngilizce şarkı işte böyle yapılır diyerek ders verdiği Little Darlin' , Nick the Chopper plaklarını dinleyerek büyümüşüz.
Öyle sevgi dolu bir dönemmiş ki bizimkisi,
İnsanlar birbirlerine eşşek diye hakaret ederken Barış ağbi eşşekleri bile arkadaşımız yapmış. Eşşek lafını hakaret olmaktan çıkartmış..
Saçını uzatan, kulağına küpe takan adamın züppe olmadığını göstermiş bizlere. Dedem saçını uzatan dayıma kızınca, "Barış Manço'nun da saçı uzun ne var" cevabı karşısında sesini çıkarmamış.
Kelimeleri öyle farklı anlamlara sokmuş ki...
Şimdi ilkokul servislerinde bile çocuklar küfrederken, biz okul servislerinde şöför amcanın "yalnız kızlar....hadii erkeklerrrrr" diye bağırmasınaa "AAAYYIIIII" diye eşlik eder, şöför amcalarımızla düet yaparmışız. Ayı lafını bile sevimli hale getirmiş bizim için Barış ağbimiz.
Küçücük çocuklara "Bak Atatürk öldü haydi ağla" diye duygu sömürüsü yaptırılıp milli duyguları sömürülürken, "Beğenmeyen siktir olur gider" mottoları etrafta kol gezerken o; "Hemşerim memleket nire " sorusuna bile "bu dünya benim memleket" diyen bir milliyetçiymiş..
Şimdiki çocuklar odalarında "Counter Strike"da adam öldürüp Savaşırken biz pazar sabahları Barış'ın elini tutup, Adam Olacak Çocuk olduğumuzu ispat etmeye çalışmışız.
Şimdilerde kendine rapçi diyen,bizim bir davamız var diyip saçmasapan sözleri kafiye diye yutturan adamlar müzik yaparken,odomates-diber-patlıcan'a bile bir anlam katmış..
...ve şimdilerde ne zaman bir genç çıkıp bir şeyler yapsa babası annesi yaşındaki ustaları(!) o gençlere "benim tırnağım olamaz" diye bok atarken, o ise müsadenizle çocuklar diyip gençleri yanıbaşına toplar onlara destek olurmuş...
Biz ne şanslı çocuklarmışız da Barış'ı yaşamışız...
Ne güzel çocuklarmışız da Barış'la büyümüşüz..
Sen ne güzel adamışsın be Barış Ağbi...
Adam olduysak senin sayendedir.Gittiğin yerde ruhuna dualarımız dokunsun,dinlediğimiz şarkılar toprağına değsin Barış Manço..
Hala izlememiş olanlar varsa..Dünyanın belki de gelmiş geçmiş en yaratıcı klibi.Tamamı koşu bandı(-ları) üzerinde ve hiç kesilmeden çekilmiş.Muazzam.
it could be ten, but then again, i can't remember half an hour since a quarter to four. throw on your clothes, the second side of surfer rosa, and you leave me with my jaw on the floor. just when you think you're in control, just when you think you've got a hold, just when you get on a roll, here it goes, here it goes, here it goes again. oh, here it goes again. i should have known, should have known, should have known again, but here it goes again. oh, here it goes again. it starts out easy, something simple, something sleazy, something inching past the edge of the reserve. now through lines of the cheap venetian blinds your car is pulling off of the curb. just when you think you're in control, just when you think you've got a hold,
just when you get on a roll, here it goes, here it goes, here it goes again. oh, here it goes again. i should have known, should have known, should have known again, but here it goes again. oh, here it goes again. i guess there's got to be a break in the monotony, but jesus, when it rains how it pours. throw on your clothes, the second side of surfer rosa, and you leave me, yeah, you leave me. oh, here it goes, here it goes, here it goes again. oh here it goes again. i should have known, should have known, should have known again, but here it goes again. oh, here it goes again.
*Bir futbol yazısı değildir!!!
16 Kasım 2005 günü 2006 Dünya Kupası'na katılacak son takım belirlenecekti.
31 takım tamamlanmış Asya grubundan Bahreyn, Concacaf'dan ise Trinidad Tobago baraj maçı oynamaya hak kazanmıştı. Özellikle Araplar Almanya'daki Dünya Kupası'na katılmayı çok istiyorlardı. Trinidad&Tobago ise kendi halinde küçük bir ülkeydi ve eğer kupaya kalmayı başarabilirlerse büyük iş başarmış olacaklardı.
Trinidad&Tobago'nun futbol adına aşina olduğumuz tek ismi Dwight Yorke'du. Bahreyn ise tamamen uzaktı bize. Sonuç olarak bu iki takımdan biri Almanya'da olacaktı.
Trinidad&Tobago'da yapılan ilk maç 1-1 bitmiş ve iş Bahreyn'e kalmıştı.
Şimdi peki ben bu kimsenin hatırlamadığı saçmasapan maçı niye yazıyorum ?
Efendim o 16 Kasım'dan bir önceki akşam ,ben, kardeşim ve yakın bir arkadaşımız cebimizdeki son paralarla bahis oynamaya karar vermiştik. Tüm oynanacak maçları çıkarmış, analizler yapmış kafa yormuş ve sonunda 7 maç belirledik ve ertesi gün kuponu yatırıp maçları beklemeye başladık. Maçlar teker teker bitiyor aralarında 2 tane de beraberliğin olduğu kuponumuzda adım adım mutlu sona doğru yaklaşıyorduk.
Artık sadece Bahreyn-Trinidad&Tobago maçı kalmıştı.
Deplasmanda 1-1 berabere kalan ve rakibini elinden kaçıran Bahreyn'in kendi evinde, 50bin Arabın desteği ile Tobago'yu geçip Dünya Kupası'na katılacağına güvendiğimiz için uyduda Arap kanallarını gezip maçı yayınlayan kanal aramaya başladık ve maçın 60.dakikasından itibaren bir kanal bulduk. Sol üstte gördüğümüz 1-0 skoruyla da adeta içimize su serpilmişti.
Maç böyle biterse bizim için pek de azımsanmayacak miktarda bir para kaldıracaktık. Maçın sonlarına doğru galip olan Bahreyn baskısını iyice artırdı. Bahreyn bastırıyor, Tobago kalesi adeta abluka altına alınıyor, 50bin hacı "Allah Allah" dedikçe Arap spiker de coşuyor, toplar direkten dönüyor biz ise ekran başında "ya allahhhh,yaa selaammmm" diyorduk Arap spikerle birlikte.
Derken maç bitti ve bizim evde zafer dansı başladı. Fakat birden bir gariplik oldu. Maçın bitiş düdüğü ile kırmızı formalı Araplar kendilerini yere bırakırken, beyaz formalı Tobagolular elleri havada zıplayıp dans etmeye başladılar.
Bizler şaşkın şekilde birbirimize bakarken benim kafamın üstünde bir ampul beliriverdi.
Maç Bahreyn'deydi....Seyrettiğimiz Arap kanalıydı......Üstteki skor da 1-0'dı......Arapça sağdan sola doğru yazılıyordu...
Mevcut İstanbul Belediye Başkanı ve önümüzdeki seçimde tekrar aday olan Kadir Topbaş'ın gençliğinde "eğitici" bir filmde oynadığı ortaya çıktı.Film hepberaber piknik yapmaya giden çekirdek aile+sayko nine'nin macerasını,din,kültür,müzik,yemek kültürü üzerine eğilerek Flash Tv kısa filmleri tadında anlatıyor.
Film,Kadir Topbaş-Gene Hackman-Luiz Felipe Scolari üçüzlerinin sanat-siyaset-spor üzerine görev paylaşımı yapmadan önceki deneme sürüşü döneminde geçiyor.Sanırım Kadir Topbaş "yok ya olmuyor Gene,ben siyasete yöneleyim sen oyuncu ol,Luiz zaten top peşinde o kendini kurtardı" gibisinden bir cümle sarfetmesiyle görev paylaşımı yapılmış ve bugünlere gelinmiş.
Filmin niyeti belli.Küçücük kız çocuğunun başının sıkı sıkıya bağlanması,ağbinin Kuran kursuna gitme sevdası,kız çocuğuna ise sen evinde otur ninen öğretir dayatması falan filan uzar gider bu.
Ben aslında bambaşka bir konudan bahsetmek istiyorum bu videodan yola çıkarak. Milletin Vekili Olabilmek
Şimdi AKP'nin geldiği tabanı hepimiz biliyoruz.Necmettin Erbakan'ın başlattığı Milli Görüş akımının son uzantısı R.Tayyip ve partisi.8 sene önce o zamanki Fazilet Partisi'nde Yenilikçiler olarak adlandırılan ve eski Milli Görüşçüler'den oluşan Gelenekçiler karşısında kongrede kaybeden akabinde de Tayyip Erdoğan'ın hapisten çıkışı ile Fazilet'ten ayrılarak AKP'yi kuran kitle yaptıkları akıllı siyaset ile Erbakan'ın ve gelenekçi Milli Görüşçüler'in hayal dahi edemediği noktaya geldiler.
Bu noktada bir parantez açmak istiyorum.Yukarıda sarfettiğim "akıllı siyaset" lafına itirazı olacak olan kitleye iki çift sözüm var efendim.Kendileri AKP ve Akıl kelimeleri hangi noktada geçse ağızlarından köpükler saçarak itiraz ediyorlar.Bakın sevgili Devekuşu Cumhuriyeti vatandaşları,Cumhuriyet döneminin en akıllı siyasetçileri kimlerdir deseniz size gözüm kapalı Tayyip'i ilk sıralarda söyleyeceğimden şüpheniz olmasın.Hatta bu listeye bu blogda da pek çok kez uğraştığım Melih Gökçek'i de sokacagımdan da şüpheniz olmasın. Akıl illa yüksek IQ'ya ya da bilgi birikime ya da iyiye,doğruya sahip olmak demek değildir.Bazen bunlar olmadan da amaç gerçekleştirilebiliyor ve kitleler avuçlar içine alınıyorsa o insan aptal bile olsa akıllılık etmiş demektir.
Siyasette ise bunun sınırları malesef çok ama çok daha sivridir.Bush gibi bir adam 2 seçim kazanıp dünyayı yönetebilmiştir mesela 8 sene boyunca. Geçen cumartesi bir sohbet esnasında bir arkadaşım "Türkiye'de siyaset yapan sadece iki parti var biri AKP diğeri de DTP" gibisinden bir cümle kurdu.Kalabalık ve her kafadan sesin çıktığı bir ortam olduğu için bu söz arada güme gitti.
Gerçekten çok ama çok doğru bir tespitti bu.Hararetle itiraz edecekler,beni ve bahsi geçen arkadaşımı dincilik ve bölücülük ile suçlayacaklar,yazının bu bölümünde okumayı yarıda kesip hakaret yorumlarına başlayabilir.Destur var,sansür yoktur efendim..
İki partinin de hitap ettiği kitleyi düşünün.İlk olarak DTP'yi alalım.3 senede bir isim değiştirip DEP,HADEP,DEHAP gibi isimlerle bir kapanıp bir açılan ama her dönüşünde de siyaset yaptıgı kitleyi avucunun içinde başarıyla tutan bir kitle söz konusu.Oy aldıkları ve yaşadıkları bölgenin halkının neyi beklediğini,neyi duymak istediğini gayet iyi tespit edip,ona göre davranıyor ve ona göre siyasetlerini sürdürüyorlar.Mesela terörist deyince akla gelen ilk isimlerden olan Abdullah Öcalan'a terörist demiyorlar.Çünkü temsil ettikleri kesim de çoğunluk olarak Apo'yu terörist olarak görmüyor.Onlar da isterseniz tırstıkları için deyin isterseniz bölücü diye başlayan küfürler edin ama milletvekili payesini en çok hakeden şekilde davranıyorlar.Çünkü o bölgedeki insanların vekili DTP'liler ve o bölgenin insanları gibi düşünüyor ve öyle davranıyorlar.
AKP'ye gelince bana göre AKP,cumhuriyet tarihinin en başarılı siyasi partisidir.Yaptıkları icraatlerden bahsetmiyorum bunu söylerken.Başarı diyorum.2007 yılındaki seçimlerde %47 oy alan bir parti söz konusu.Daha önce Demokrat Parti'nin yaptığı ile kıyaslanmaması gereken bir başarı bu,zira Demokrat Parti'nin karşısında 20'yi aşkın değil sadece tek parti vardı. AKP çıktığı yer bakımından bu başarıyı sağlayamayacagını bildigi için öyle bir noktadan girdi ki Türk siyasetine,ne kendi içlerinden çıktıkları Milli Görüşçüler kaldı ne,Özal'ın ANAP'ı,ne de Demirel'in Kırat'ı..
Bu 3 farklı ama;aslında ortak noktaları göz ardı edilemeyecek kadar fazla olan görüşü tek çatı altında başarılı bir şekilde toplayarak,şimdiki noktaya geldiler.AKP neredeyse her kesimden oy aldı;hatta kendi kitlesine son derece hakim olan DTP'nin bölgesinden bile oy kapmayı başardı.
"Bu halk aptal bir halk" mottosuna dayanmadan bir kaç kelam daha etmek istiyorum bu konuda.
Ya da gerek yok ya hakkaten bu halk her yönden aptal bir halk.Şimdi daha derin analiz yapacak takaatim yok.Yani Allahaşkına Tayyip'in yönettiği,Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli gibi tiplerin muhalefette olduğu bir halk için ne kadar dolu cümleler kurulabilir ki.
Laik Çarşaflı
Tüm bunlar olurken MHP ve Bahçeli tarafı milliyetçi duyguları sömürme,vatan millet bayrak,şehitler ölmez sömürülerinden vampirlik yapadursun,en gudik hamleleri de Deniz Baykal kaptanlığındaki CHP yapmaya başladı.
Türkiye'deki Sol görüşlü kesime hitap ettiğini savunan CHP,AKP'nin oylarını çalmak için AKP gibi hareket etme sevdasına düştü.Önce (türbanlı bile değil) kara çarşaflılara rozet takan büyük kaptanın takımı daha sonra da SAĞ bek Sefa Sirmen'in açıklamaları ile her mahalleye bir Kuran Kursu vaadetti.
Bakın,ben kesinlikle türbana ya da herhangi bir dini ya da siyasi simgeye karşı değilim.İsteyen istediğini giysin.Umrumda olmaz.Hatta üniversitelere kıyafetleri yüzünden giremeyen insanların olduğu bir ülkede eğitim görmekten dolayı da utandıgımı belirtmişimdir.
Ama asıl şaşırdıgım nokta şu oldu benim için.
Tüm bu türban ve başörtüsü meselelerinde "başörtüsü ya da türbanın siyasi simge oldugunu" söyleyen ve hatta "oğlum onlar senin gördüğün gibi görmüyolar ki a.ına goyum...dini değil lan siyasi simge yapıyolar,bir içeri girseler İran'a çevirirler la burayı" diyen sözde solcu ve sözde modern kitlenin birden bu açılımı(!) savunur hale gelmesi ve "ee tabi doğru olan bu,sonucta onlara da hitap etmek lazım" demesi oldu.
Düşünün bir siyasi parti ;başörtüsü ya da türban bile değil,kara çarşafı olan insanlara rozet takıyor,seçilirlerse her mahalleye Kuran Kursu açılacağı müjdesi veriyor ve bu parti Türkiye'deki modern solcu temsil ettiğini ve Laikliğin bekçisi oldugunu ifade ediyor.Tüm bunlar olurken de muhafazakar başbakan Anayasa Mahkemesi'ni CHP'nin Kuran Kursu vaadi ile ilgili Laiklik karşıtı eylem dolayısıyla göreve davet ediyor !!!
CHP ve Deniz Baykal siyaseti ellerine gözlerine bulaştırıyorlar.AKP'yi eleştirip AKP'yi model alarak ilerleyeceklerini zannediyor,onları savunan modern(!) kesim ise eleştiri getirmek yerine "siyaset bu aferin Baykal'a" diyor.
Yukarıdaki videoyu izleyip Topbaş ile dalga geçtikten sonra biraz da kendi savundugunuz partinin yaptıklarına bakın.En azından Topbaş,Gökçek gibi adamlar çizgilerini hiç bozmamışlar bu geçen zaman içinde. Topbaş hala aynı Topbaş,saçları dökmüş sadece. Siz ise beyinde dökülmeler yaşıyorsunuz.Bioxcin de fayda etmez buna şimdiden uyarayım.
Baykal mı ??? Ağaçtan yapılmış...Alın...
*Hayatımda oy kullanmadım,bu gidişle kullanmayacagım da.Üstte adı geçen tüm siyasi parti ve kişilere karşı oldugumu tekrar belirtmek istiyorum."Ama birini seçmek zorundasın" diyenlere de "sizin seçtikleriniz bunlar ben bunlardan birini seçmemeyi yeğliyorum" demek istiyorum.