3 ) Eşkıya - 1996

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:09


Yılmaz Güney Etkisi

1970'lerin başında Türk Sineması daha önce hiç rastlamadığı türde filmlere sahne oldu.Beyazperde'de sadece yakışıklı adamların,güzel kadınların peri masallarını,güçlü kuvvetli jönlerin kahramanlık serüvenlerini izleyen seyirciye Yılmaz Güney,halktan insanların yer aldığı öyküler sundu.Evinde aşçı,uşak olan tipler yerine üç kuruş paraya çalışan ,arabacılık yapan,kara kuru bir adamı koydu mesela filminin merkezine.Mutlu sonla biten Yeşilçam klişelerinin daha taze olduğu o dönemlerde filmlerine en karamsar ve dolayısıyla en gerçekçi öyküleri yerleştirdi.


Yılmaz Güney'in bu gerçekçi ve evrensel sineması ile Türk Sineması bambaşka bir boyuta ulaştı.Çok daha kaliteli ve özgün filmler çıktı ortaya.Onun çıktığı döneme kadar sadece Metin Erksan'ın Susuz Yaz ve Yılanların Öcü dışında pek suya sabuna dokunmayan yönetmenler,ardı ardına "halkı" anlatan gerçek öyküler anlatmaya başladılar.


Bunların en başında da benim çok sevdiğim Ömer Lütfi Akad'ın Gelin-Düğün-Diyet üçlemesi geliyor.O dönem için Yılmaz Güney dışında pek ele alınmamış olan Türk halkının kırsaldan kente göçü ve karşılaştığı adaptasyon döneminin sorunlarını en gerçekçi diliyle anlatmaya başladı usta yönetmenler.Ve Yılmaz Güney'in yaktığı bu kıvılcımla 70'lerden 80'lerin sonlarına kadar pek çok güzel iş çıktı ortaya.Her ne kadar ihtilal dönemlerinin yaşandığı ve baskı rejimlerinin arttığı günlerde bu filmlerin sayısı en aza indirgense hatta yok edilse de ortaya hatrı sayılan güzel işler çıktı.

Yılmaz Güney'in önünü açtığı bu kapıdan girenler içinde 80'lerle beraber film çekmeye başlayan Yavuz Turgul da yer aldı.Yavuz Turgul'un ilk işi Türkan Şoray,Bulut Aras,Şener Şen,Adile Naşit,İlyas Salman,Erdal Özyağcılar,İhsan Yüce gibi büyük oyuncularla kalabalık kadroya sahip harika film "Sultan"ın senaryosunu yazmak oldu.Film her ne kadar kalabalık kadrolu aile komedisi gibi görünse de basbayağı köyden kente göçün ve etkilerinin irdelendiği,halktan bir hikayeydi.(Bu filmde özellikle Şener Şen'in Bakkal Bahtiyar tipine hastayım-toğan erteği teti bana)

Daha sonra 1984'de Müjde Ar'lı Fahriye Abla ile ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Turgul 1987'de Türk Sinema Tarihinin belki de en güzel filmine imza atacaktı.Köyünden kalkıp şarkıcı olmak için İstanbula'a gelen Ali Nazik'in yolunun,bir İstanbul beyefendisi olan Muhsin Bey ile kesişmesinden yola çıkan öykü,Uğur Yücel ve Şener Şen'in harika oyunculuklarının ve Yavuz Turgul'un harika senaryosu ve yönetimiyle başlı başına bir şaheserdi.Muhsin Bey'e çok da girmek istemiyorum açıkçası.Başlı başına bir yazıyı hakediyor zira bu müthiş film.

90'lara gelindiğindeyse Türk Sineması daha önceki yazılarda belirttiğim gibi bir buhran geçiriyordu.Kimse doğru dürüst film çekmiyor;çekenler de "sanat filmi yapma" modası ile abuk sabuk işlere imza atıyordu.

Tüm bu olumsuzluklarla birlikte Türk Sinema izleyicisi artık beyazperdeye küsmüş,kimse sinemada Türk Filmi izlemez olmuştu.Hatta bu da bir moda yaratmış,"Türk filmin gidilir mi lan" gibi bir hava oluşmuştu.

İşte Yavuz Turgul bu dönemde devreye giriyor ve 10 yıl öncesindeki ekibine "çocuklar çeteyi yeniden topluyoruz" diyordu.Muhsin Bey'den Şener Şen'i,Uğur Yücel'i ve Sermin Hürmeriç'i alıp Eşkıya'lığa geri dönüyordu.

İstanbul beyefendisi Muhsin Bey'i Eşkıya Baran'a,Ali Nazik'i de İstanbul'un yeni nesil delikanlısı Cumali'ye çeviriyordu.Ve bu ekip Türk Sineması ile Türk Seyircisinin barıştığı bir milat olacaktı.

Eşkıya

Eski bir eşkıya olan Baran'ın hapishaneden çıkması ile başlar filmimiz.Baran önce köyüne döner ama;köyünün yerinde yeller esmektedir.Kalan sadece kendi tabiriyle "köyün delisi" olan yaşlı bir teyzedir."Benimle gel seni burda kurtlar kuşlar kapar" dediği teyzeden "kurt kuş bizdendir,kötülük başkalarından gelir" cevabını alır Baran.
Kendisini ihbar eden adamın yanına gittiğinde de aslında bu sözün ne kadar doğru olduğunu anlayacaktır.Onu ihbar eden en yakın arkadaşı Berfo'dur.Kendisini hapse koydurttuğu yetmezmiş gibi onun tek aşkı Keje'yi de babasından almış ve İstanbul'a kaçmıştır.
Baran,atlattığı bu ilk şoktan sonra İstanbul'a hem Keje'yi son bir kez de olsa görme ümidi ile hem de Berfo'dan hayatının kaybolan 30 yılının hesabını sormak için yola koyulur.


İstanbul'a gitmek için bindiği trende Cumali adında bir gence rastlar.Cumali'nin "yolculuk nereye amca" sorusuna "İstanbul" diye cevap veren Baran'a "hah bir sen eksiktin zaten" diyerek laf sokması ile başlayan bu yolculuk,bir arının bir çiçeğe konma düşü ile sona erecektir.

İnce Cumali ve Eşkıya

Eşkıya,Yavuz Turgul'un Mustafa Altıoklar'ın "İstanbul Kanatlarımın Altında" ile yakmaya çalıştığı ama sanat filmi kaygısı ve Türk seyircisinin beğenilerinden uzak tarzı ile beceremediği ateşi cayır cayır alevlendiren bir film.

Cumali'nin ağzından dinlediğimiz "Babam Yılmaz Güney i çok severdi,onun gibi konuşup onun gibi yürürdü,bana da İnce Cumali filminden dolayı bu ismi verdi" sözleri ile Yılmaz Güney'in açtığı bu yola bir saygı duruşunda bulunuyor usta yönetmen.


Yılmaz Güney sinemasının başlangıç filmlerinden olan İnce Cumali'ye yaptığı bu gönderme ile Yavuz Turgul,Güney'in açtığı yolda giderken onu tekrar etmeyecek kadar da özgün bir iş çıkarıyor ortaya.

Yeni İstanbul Yeni Dünya

Filmde başarılı senaryonun yanında özellikle karakterlerin özellikleri ve mekanlar da dikkat çeker.Cumali'nin kaldığı otelin Sevişgen Saldıray Ağbi olarak tanıdığımız Settar Tanrıöğen tarafından başarıyla canlandırılan eşcinsel Kız Naci tarafından idare edilmesi,otel sakinlerinin eski bir İstanbul beyefendisi olan ve Hukuk okuduğu halde oyuncu olmak istediği için babası tarafından evlatlıktan reddedilen Kayhan Yıldızoğlu'nun canlandırdığı Artist Kemal,ve Andre Mishkin adlı bir gayrimüslim olması da altı çizilmesi gereken bir detaydır.Ayrıca Güven Hokna'nın canlandırdığı hayat kadını Sevim de otelin sakinlerindendir.


Yavuz Turgul oteli adeta bir İstanbul şablonuna çevirmiştir bu seçimlerle.Özellikle bir plan vardır ki filmden bahsetmeden olmaz.Yeşim Salkım'ın oynadığı Emel'in Cumali'nin tabiriyle "vermek" için otele gittiği sahnede usta yönetmen bir dış plan sunar bizlere.Otelin en alt katından yukarıya doğru usul usul çıkarır kamerasını.
En alt katta adeta bir tarih abidesi olan ve film çekildiğinde 87 yaşında olan Nejdet Mahfi Ayral'ın canlandırdığı Andre Mishkin'i görürüz.Satranç tahtasında mağlup olmak üzere olduğu bir probleme bakmaktadır.Gayrimüslim olan Andre Mishkin artık azınlıktan da azdır bu memlekette.


Onun bir üstünde Artist Kemal kendini asmak için ipi boynuna dolamaktadır.Onun da zamanı gelmiştir artık.O da azınlık kalmıştır artık bu yeni İstanbul'da.Kalmamıştır artık bir İstanbul Beyefendisi olgusu.Ve bu son İstanbul Beyefendisi göçüp gitmelidir bu şehirden.


Bir üst katta Cumali ve Emel sevişmektedir.Emel'in ağzından az önce dökülen "Çok pis bir dünya bu be" sözü filmin sonlarına doğru nedenini belli edecektir.

En üstte ise Eşkıya ve Sevim şehri ve yıldızları izler dürbünle.Şehirden,günahlardan,bu yeni İstanbul'un ve bu yeni pis dünyasından soyutlanmış bir bakıştır bu.


Turgul,bu karakterleri ve bu mekanlarıyla sadece yeni İstanbul'un değil Yeni Dünya'nın da şablonunu çizmektedir.Eşkıya'lar yani "yol kesen,haraç alan,dağlarda yaşayan,senin benim gibi insanoğulları" artık eskide kalmıştır.Artık eşkıyalar dağa çıkan değil şehirde yaşayanlar olmuştur.

Emel'in dediği gibi pis bir dünyadır bu ve bu dünyada,şehrin her yerine yayılmış,suç dolu sokaklarda,kurt gibi cirit atan ve adam olabilmek,hayatta kalabilmek için şehir eşkıyası olmaktan başka çare yoktur.

Gerçek Aşk

Eşkıya altını çizdiği tüm bu söylemlerin yanında çok da güzel bir aşk filmi.Hatta aşka yeni bir anlam,yeni bir tanım katan bir film.Baran-Keje-Berfo ve Cumali-Emel-Sedat üçgenlerinde geçen "gerçek aşk" kavramının hangisine "budur" diyeceğini bilemiyor insan.

Aşkı için bir adamı kandırabilen,sevdiğini kurtarmak için onunla yatabilen türlü oyunlar oynayan Emel mi,her türlü yalanı söyleyebilen,sevdiği kadın için en tehlikeli adama kazık atmayı göze alabilen,tüm risklere giren,sabırla onu bekleyen Cumali mi yoksa sevdiğine kavuşmak için başkasıyla olmasına göz yumabilen,ama ağzına tabanca sokulduğunda "al senin olsun" diyen Sedat mı..


Yoksa 30 sene mahpus damında yatan,verem olan,kan tüküren ama onu bir kez görebilme uğruna hayatta kalan Baran mı;sevdiği kadın için en yakın arkadaşını satan,bin tane günah işleyen,onun için cehennemde yanmayı göze alan Berfo mu;ya da sevdiği adam için 30 sene ağzından tek söz çıkmayan,tüm işkencelere dayanan Keje mi daha büyük aşıktır.

Film bu aşkları bize anlatırken Türk Sinemasının da gördüğü en güzel iki tiradı arka arkaya sunuyor seyirciye.Önce merhum sanatçı Kamuran Usluer'in Baran'ın "bana niye ihanet ettin" sorusuna verdiği cevap,ardından da Baran'ın 30 yıl sonra ilk kez gördüğü Keje'den konuşmasını istediği sahne arka arkaya sarsıyor izleyiciyi.




Derdo Ölem


Eşkıya Türk Sineması adına yaptığı tüm bu katkıların yanında bir de literatürümüze "Soundtrack" kavramını sokma başarısını göstermiştir.Filmin içine işleyen Erkan Oğur'un müthiş çalışması o döneme kadar eşine rastlanmamış bir başarı kazanmış ve hala dinlenen bir albümün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Filmle özdeşleşen Erkan Oğur'un mükemmel "Fırat Türküsü" yorumu o dönem hayli ses getirmişti.Ayrıca "Seyreyle Güzel" ile biz özenti yeni nesile bir ilahiyi dinletme başarısı göstermişti bu büyük adam.Tüm bunlara Uğur Yücel'in Karanlığın İçinden katkısını da eklemekte fayda var.



Son söz olarak Eşkıya Türk sineması ve izleyicisi adına geçmişin bir özetini çıkarmış,gelecek Türk sinemasının da kapılarını açmıştır;film bunu yaparken de ne geçmişten kopya çekmiş ne de geleceği kurmanın havasına girmiştir.

Comments (3)

yılmaz güney'e umut filmini anarak selam ederim. başka türlü bir şeyler vardır o filmde bakmasını bilene.

eşkıya ve ali nazik çok üst düzey film olmalarının yanında türküler ve türkücüler ile de bağ kurmuştur. tabi ki fırat ağıtı ve evlerinin önü boyalı direk ile...

sadece sana değil, bu yorumu okuyanlara da mutlak ilginç gelecektir, her ne kadar "izlemediğim film yok " diyebilecek kadar iddialı bir sinefil olsam da "eşkıya" yı izlemediğimi itiraf ediyorum.

yazdıklarını okudum, Yılmaz Güney filmlerinin gerçekçiliğinden, Lütfi Akad'ın üçlemesinin güzelliğine kadar aynı fikirdeyim. sinemanın ilgi alanlarını değiştirmişlerdir bence de...

"Sultan" en sevdiğim Türkan Şoray filmlerinden biri ancak benim Turgul'la tanışmama vesile olan ilk film, hala her sahnesini hatırladığım "Fahriye Abla"dır. Film harikadır gerçekten.
Yavuz Turgul'un filmografisindeki hangi film kötü ki zaten?

Eşkıya'ya gelince hatrımda iki şey var. Filmde de rol alan Romina ile sohbet ederken bana "Yavuz Abi kadar inanarak film çeken birini görmedim" deyişi ve Yeşim Salkım ile film hakkında konuşurken "Çekimler sırasında filmin bu kadar büyük bir film olduğunu anlayamamıştım" cümlesi...

En kısa zamanda izledikten sonra sana özel olarak ne hissettiğimi de yazacağım inan...

che,umut neredeyse ilktir sinemamızda o bahsettiğim karakterler bakımından.o döneme kadar hep yakışıklı adamları jönleri gören seyirciye beş parasıız ve umutsuz bir arabacıyı sunmuştu film.o bakımdan gerçekten bir milattır yazıda da belirttiğim gibi.

popüler yorum,vallahi şaşırdım,vallahi kitlendim..
bilsem şpoyler koyardım yazıya :)Romina'nın söylediğine ben de katılıyorum,zaten inanarak film çeken yönetmenin ancak bu kadar güzel bir filmografisi olabilir.ayrıca kendi filminin senaryosunu yazan yönetmenin ancak içine sinen filmi yapacağını düşünüyorum.
Yeşim Salkım'ı da bu film için çok eleştimişlerdi kötü oynadı diye.Ben o konuda öyle düşünmüyorum,izleyince sen de göreceksin ki rolüne oturan bir oyunu var.Zaten filmin içinde rol yapan bir kızı oynuyor,rol yapamamış diyenler aslında onun rolünü becerdiğini söylüyorlar.