WC

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 19:57

25


bobiler.org'dan alternatif bir WC tabelası.

Gökmen Özdenak - Uçurum

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:57

6

Telegol'ün sonunda olması gereken formatta yaptığı ilk yayın ve o yayının flaş ismi Gökmen Özdenak'tan Murat Bozlak'ın Uçurum şarkısına kattığı muhteşem yorum.



Başlarda biraz çekinik kalmış ağbimiz,ama sanırım tonu tutturamadı.Sonrası malum.Uzun yıllardır böyle bir yorum dinlememiştim.Gerçekten muazzam,adeta şarkıyı yaşatan bir icra.Gökmen Özdenak gerçekten harcanmış yıllarca Gaassaray diye diye.

Birine bile güvenemedi birine bilee....


Kafalar güzel yine çiçek açmış ağbiler.Alkol had safhada.Ziya ağbi en sonda "reklam yok mu" diye inliyor.

Zaaten bu kafada seni değil evi bile zor buluruuumm!!!

Ben de jüri üyelerine katılıyorum 10/10.

The Wrestler

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 19:04

7

Cage - Rourke

The Fountain saçmalığından sonra pek çok eleştirmen ve sinefil Aranofsky'yi yerden yere vurmuştu.Filmi daha geçen ay izleyip bu blogda üzerine bir yazı da yazmıştım takip edenler bilir.Film gerçekten de yönetmenin kariyerine hiç yakışmayan bir işti.Ama o yazıda da belirttiğim gibi bana göre bir kazaydı The Fountain ya da nam-ı diğer "İki Bin Yılın Sevgilisi".

The Wrestler ile ilgili ilk haberleri duyduğumda ise açıkçası tamam dedim;Aranofsky yattığı uykudan uyanıyor.Filme de 8 Milyon dolar gibi Hollywood için oldukça düşük bir bütçe ayrıldığını duyunca da hiç şüphem kalmamıştı.Zira "Fountain" yazısında da belirttiğim üzere Aranosfky gerçekten de büyük bütçelerin adamı değil kanımca.Gerçi önümüzde sadece The Fountain örneği var ama;bana göre Aranofsky az malzeme ile daha iyi iş çıkarabilen bir adam.Bütçe büyük olunca işi çorbaya dönüştürüyor kendisi.Gerçi yine belirteyim önümüzde sadece Fountain örneği var şimdilik.


Oyuncu kadrosu hakkında söylentiler çıktığında ise başrolde Nicholas Cage ismini görmüştük.Açıkçası Nicholas Cage'i sevmeyen biri olarak bir Amerikan güreşçisi olmasını yadırgamamıştım.Con Air filmindeki gibi uzun saçlı kaslı bir Cage,Aranofsky'nin elinde rolü kotarabilirdi.Zaten Cage enteresan bir adam.Çok üst düzey bir aktör değil belki ama uygun rolü bulduğunuz zaman (Moonstruck,Bringing Out the Dead..) gerçekten iyi iş çıkarabilen bir adam.

Amma ve lakin projenin yavaş yavaş şekillenmesi ve akabinde Nicholas Cage'in rolünün Mickey Rourke'a verildiği haberi gelince her şey bambaşka bir hal aldı.Zira kariyerinin son günlerini yaşayan bitik bir güreşçi rolünde Mickey Rourke'u düşünmek 12'ye isabet etmiş okun üstüne bir ok daha saplamak demekti.Mickey Rourke bana göre şu an dünya sinemasında hayatı filme çekilebilecek bir kaç adamdan biri.


Genç yaşta Rumble Fish gibi bir filmle parlamak,9 Buçuk Hafta gibi bir filmle dönemin figürlerinden birine dönüşmek,Francis Ford Coppola,Barry Levinson,Alan Parker gibi yönetmenlerle çalışma şansı yakalamak,ve tüm bunlardan sonra "ben sıkıldım boks yapmak istiyorum" deyip 90'ları boks maçları ve ne idüğü belirsiz filmlerle geçirmekve sonucunda hem karizmanın karşılığı olan yüzünde hem de vücudunda tahribata neden olan bitik bir adama dönüşmek.Hatta Enrique Iglesias'ın klibinde oynayacak kadar yerlerde sürünmek.Açıkçası bu geçmişle Mickey Rourke çağımızın en kült figürlerinden birisi.

The Wrestler'ı izlerken Aranofsky'i arayıp teşekkür etmek geliyor insanın içinden.Sadece Mickey Rourke'u tekrar hayat döndürdüğü için değil bu teşekkür.Zira bir kaç yıl önce zaten Sin City'deki Marv rolü ile ufak çaplı bir dönüş gerçekleştirmişti kendisi;ama Randy "the RAM" Robinson rolü öyle bir rol ki belki de tüm sinema tarihi için bir oyuncuya en çok yakışan rol seçimini gerçekleştirmiş yönetmen.


Diğer rollerde ise yine harika seçimler söz konusu.Anlaşılan Hugh Jackman seçiminden sonra dersini iyi çalışmış Aranofsky.Marisa Tomei ,ki kendisi bana göre son 20 yılın dünya sinemasındaki en güzel kadınıdır,striptizci Cassidy rolünde yine bir tam isabet.Tomei her ne kadar çok iyi bir aktrist olsa da genç yaşta Oscar(My Cousin Vinny ile) kazanıp parıldasa da ;geçip giden yıllarda malesef yanlış rol seçimleri ile bir türlü hak ettiği çıkışı sağlayamamıştır.Ama bu filmde gerçekten de tam kendisine uygun bir rolde.Gerçekten de işini çok ama çok iyi yapıyor.Bu rolle de kariyerinde üçüncü kez Oscar adayı oldu.Başarısız bir kariyer ve 3 Oscar adaylığı..Bir de başarılı seçimler yapabilseydi zamanında neler olurdu kim bilir.


Filmin bir diğer oyuncusu ise The Ram'in kızı rolündeki Evan Rachel Wood.Bu kızı da "13" filminden hatırlayabiliriz.O zamandan belliydi ilerde ne olacağı.87'li oyuncu ikinci ciddi rolünün de hakkını vermiş.


Edriyın Edriyınnn !!!

Amerika'da çekilen spor temalı filmler genelikle kahramanlığa dayalı destansı hikayelerdir.Genelde filmin baş karakteri idealleri uğruna kimseyi dinlemez,gerekirse eşini çocuğunu yarı yolda bırakır ama o ringe,sahaya,salona mutlaka çıkar ve finalde omuzlarda destansı bir şekilde naralar atar.Bunun en klasik örneği olarak da tabi ki Rocky'yi verebiliriz.İlk Rocky filmi gerçekten kendi türü içinde kaliteli bir iflmdir,bence bunu kimse inkar etmemeli.Sonra serinin cılkı çıksa da çok ilginç bir şekilde son Rocky filmi bence türün en sağlam filmidir.Şimdi Issız Adam şokundan sonra belki bu söylemime de tepkiler gelebilir ama söylemeden geçemeycegim.2006 yılında Stallone yeni bir Rocky çekeceğini duyurdugunda en çok gülenlerden biriydim.Ama tesadüfen biraz da geyiğine izlediğim son Rocky Balboa filmini çok sevmiştim.O filmde Rocky'nin artık emekli olmuş ve şaşaalı günlerinden uzakta yalnız halini vermişti Stallone.Ne artık ona Rocky diye tezahürat yapan vardı ne de peşinden koşan.Karısı ölmüş çocugu tarafından önemsenmeyen yalnız bir adamdı artık ve kahramanlıktan eser kalmamıştı.Ama tabi 60'a gelmiş bir adamı dünya ağır sıklet maçına çıkarınca absürtlükten öteye gidemedi.

İşte The Wrestler'ın sıyrılıp koptuğu nokta da burası.


Sade ve Güzel Bir Film

Aranofsky hikayesini gerçekten çok sade bir şekilde anlatmış.Bu da bence oldukça yerinde bir seçim olmuş.Rourke'un arkasından ,daha doğrusu ensesinden yaptığı çekim tekniği ile de bir çeşit belgesel havasına sokmuş filmi.Bu da bence filme ayrı ve gerçekçi bir tat katmış.

Mickey Rourke,The Ram rolünde gerçekten de beyazperdede gördüğümüz en gerçekçi performanslardan birini çiziyor.

Benjamin Button'ı izledim Brad Pitt'i gördüm,Frost/Nixon'ı izledim Frank Langella'yı gördüm,Sean Penn ve Richard Jenkins'i izleme şansım olmadı henüz ama bu filmde izlediğim Mickey Rourke kesinlikle heykelciği almalı.İnanın bunu kendisine çok sevdiğim ya da haline acıdığım için söylemiyorum.Bence yaptığı iş gerçekten de çok büyük bir iş.Kendi hayatına çok yakın bir karakteri oynuyor olabilir evet;ama bence rolü altından kalkması çok daha zor hale getiriyor bu durum.Yani tecavüze uğrayan birine tecavüz rolünü oynatmak gibi bir durum söz konusu ve Rourke bunu başarıyor filmde.


Marisa Tomei de Cassidy'nin ruh halini öyle bir yansıtmış ki,çıplak kaldığı sahnelerde bile vücuduna değil yüzündeki ifadeye kilitleniyorsunuz.

Film ağır tempoda ilerlese de izlerken bunu pek de farkettirmiyor.Randy'nin görkemli(!) ring hayatının sonlarını izlerken bir bakıma da bu dev adamların aslında ne kadar naif ve kırılgan olduklarını görüyorsunuz.Ne ironiktir ki ringte birbirlerini numaradan da olsa pataklayan bu adamlar aslında alışveriş sırasında Randy'e eziyet eden yaşlı teyzeden de marketin kısa ve tıknaz müdüründen de,hatta bazen son teknoloji bilgisayar oyunlarında savaşan oğlan çocuklarından da daha saf ve temiz kalmışlar.

Filmin finalinde Axl Rose'un Sweet Child O'Mine çalarken hem Rourke'un hem Randy'nin hem de bu koca adamların hayatları geçiyor kulaklarımızdan.

Özetle Aranofsky güzel bir geri dönüş yaptı.Yanında da Mickey Rourke ve Marisa Tomei gibi yere düşmüş yıldızları ait oldukları yere koydu filminde.



9/10

*Mickey Rourke botokslarla,estetiklerle,boks maçlarıyla istediği kadar suratını mahfetsin yine de o karizma;o kafatası o bedende oldugu sürece yerinde duracak.Bu filmde daha çok anladım bunu.

*Marisa Tomei'nin yanında Anjelina Jolie de kimmiş diyorum ve aksini iddia edenleri hem oyunculukta da hem de güzellikte tartışmaya davet ediyorum.

Dario Silva

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 18:33

1

99-2000 sezonuydu yanlış hatırlamıyorsam. O zaman TRT veriyordu İspanya ligini. Yalçın Çetin'in güzel anlatımıyla maçları izlerdik her hafta sonu. Tenerife, Salamanca, Extramadura gibi asansör takımlardan biri iner biri çıkardı o dönem. Ben de bu tip takımları çok severim. Çünkü diğer kulüplere oranla her zaman ateş üstünde olduklarından maçları daha bir zevkli geçer. Hele bir de galibiyet aldıkları zaman sanki şampiyonluk yaşamış gibi sevinirler.


Dario Silva da o dönem asansörlerden Malaga'da oynuyordu. Yattara, Aruna Kone gibi zenci futbolcuların saçlarını sarı ya da beyaza boyama dönemi Wiltord'u saymazsak onunla başlar.

Enteresan bir futbolcuydu Uruguaylı forvet. Akıl almaz goller kaçırır gider saçma sapan zor pozisyonlarda enteresan goller atardı. Kaçırdığı gollerden sonra da attıklarından sonra da çocuk gibi sırıtırdı bir de.

O zamanlar Winning Eleven 3 ve 4 oynardık playstationda. Şimdiki PES serileri gibi oyuncularda fazla detay da olmadıgı için sarı kafalı bu zenci de direk dikkat çekerdi oyunda. Bir de o zaman oyunda en çok hız önemliydi. Her ne kadar ben o zaman bile hıza değil tekniğe dayalı oynasam da Winningi yine de işe yarardı bu hızlı adamın araya hızlı kaçışları. Ben de Uruguay'ı seçip bu adamla gol atmaktan zevk alırdım. Severdim keratayı, o dönem evde bir tavşanımız vardı bembeyaz bir renk, adını da Dario Silva koymuştuk onun saçlarından ilham alıp.

Malaga'da 100 maçta 36 gol attı Dario Silva. Asansör bir takım futbolcusu için bu gayet iyi bir orandı. Sonra Sevilla'da tutunamadı, Portsmouth'da da pek işe yaramadı.


Derken 2006'da şok bir habere denk geldim onunla ilgili. Uruguay'da bir trafik kazası geçirmiş ve malesef gollerini attığı sağ ayağını kaybetmişti. Bir süre kendime gelememiştim.

Çok yetenekli ve ünlü bir futbolcu değildi belki ama gerçekten de hem sevimli hem de oyuna renk katan bir adamdı. Geçen yıl onunla ilgili haberleri aradığımda bu fotoğrafa rastladım.



Ayağını kaybetmiş ama neşesinden bir şey kaybetmemişti pek. Yine o sırıtışı suratında.

Geçen gün de yine rutin Dario Silva haberlerini ararken protez ayağıyla maça çıkıp penaltıdan gol attığını gördüm allttaki videoda. Bu sefer sol ayağını kullanmış, bir zamanlar golleri sıraladığı sağ ayağındaki protezden destek alıp.

30 Kupona Araba Veriyoruz !!!

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 16:18

1

Ne Olur - Bora Öztoprak

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 20:17

1



Fulya hatırlattı akşam bu şarkıyı ben de klibini buldum.
Hem Akdeniz müziğini hem de pop müziği en kaliteli yapan isimlerden biri Bora Öztoprak.Hala da 90'ların kalitesinden taviz vermeden devam ediyor yoluna.
2000'lerin ruhsuzluğundan bir nebze kurtulmak için dinleyin.

*Bir sarılsam bak neler oluyor aman..

Issız Adam'ı İzledim..Valla İzledim

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 03:37

12


Bir şey popüler olmaya görsün, bizim gibi entel dantel "her boku bildigini" iddia eden tipler hemen kenara çekilip "ya bi gidin ya saçmalamayın ya, nedir yani, popülist şeyler" gibi ukala cümleler kurarız. Amma ve lakin kendi açımdan bakarsam eğer, bu ukalalıkta da genelde haklı çıkarım. Örnek vermek gerekirse de "Babam ve Oğlum" furyası estiğinde gerçekten filmden sogumuş ve gitmemiştim sinemaya; daha sonra izledigimde ise vasat bir film oldugunu görmüştüm.

İşte "Issız Adam" da bir anda popüler oldu ve her yerde filmden bahsedilmeye, filmin şarkıları çalınmaya, msn iletilerine filmden sözler yazılmaya başlandı. Yani iyice piyasa filmine dönüştürüldü.

Yukarıda da bahsettiğim gibi Babam ve Oğlum örneği de gözümün önüne gelince soğudum filmden, izlemek istemedim. Üstüne bir de Cihan'ın "mutlaka izle mükemmel film" ısrarları eklenince iyice tiksindim. Burda Cihan'a da bir parantez açmak istiyorum. Kendisi Seinfeld'deki Kramer neyse odur benim hayatımda. Benden habersiz çat kapı ziyaretler, durmadan üretilen gudik projeler ve harika(!) film tavsiyeleri ile hayatımın atsan atılmaz satsan satılmaz karakterlerindendir.

Kendisinin film tavsiyelerinden bahsetmişken bir kaç örnekle de destekleyeyim dahiliğini. Dabbe'nin gelmiş geçmiş en iyi korku filmi oldugunu iddia ederek 1 ay peşimden koşmuş, Takeshi Kitano'nun bana göre tüm zamanların en kötü filmi olan IZO adlı filmini "oglum harika film bu"diyerek kakalamış, Cloverfield adlı vasat altı filmi de tüm zamanların en iyi gerilim filmi ilan etmiştir.

İşte Cihan'ın bu güzel sicili ve her gün mesaj atıp daha izlemedin mi filmi demesi ile Issız Adam benim için adeta uzak durmam gereken filmler listesinde zirveye yerleşmişti. En son da Esra'nın yazısını okuyunca dedim tamam,bu film fıs..Ama yine de insan bir yerden sonra artık pes ediyor, biraz da merakın etkisiyle teslim oluyor "popüler" olana.

Tüm bunlardan sonra filmi gayet önyargısız izledim. İstediğim kadar uzak durayım ya da tam aksine sabırsızlıkla bekleyeyim; bir filmi izlerken gerçekten olumlu ya da olumsuz önyargıların etkisinde kalmam. O önyargılar sadece o koltuga oturana kadar vardır. Sonrasında unuturum hepsini bir anda. İşte bu yüzden de iyi bir sinema izleyicisi oldugumu düşünüyorum.

Lafı daha fazla uzatmadan filme geçecek olursam ;


Çağan Irmak bence gerçekten iyi bir yönetmen.Ulak ve Mustafa Hakkında Herşey ile ayrıca iyi de senaryo yazabildigini ispat etmişti. Benim pek sevemediğim Babam ve Oğlum ise kendisinin kısa kariyerindeki en sönük film iken en başarılı gişeyi yapması da onun adına gayet olumlu bir durum.
Her şeyden önce karakter yaratmada çok başarılı Irmak. Alper 30’lu yaşlarında… diye başlayan filmin sinopsisine en azından facebook kullananlar mutlaka denk gelmişlerdir.Alper ve Ada’nın hikayesini anlatıyor film evet;ama sadece iki insanın bir hikayesi değil bu.

Hakiki Tosunpaşa Benim

Cihan'ın bana filmi izlemem konusunda baskı uygularken kullandığı cümlelerden biri de “oğlum herif aynı sen ya yemek yapıyor,plak topluyor”.

Evet plaklarım var benim de,evet mutfakta da kendi çapımda iyiyim,pasta yaparım sevdiceğime sürpriz niyetine kaliteli müzik de dinliyorum,arkadaşlarım “nerden buluyosun bu şarkıları” derler çoğu zaman.uzar da gider bu liste.Diyeceğim şudur ki Alper karakteri günümüz erkeklerinin çok sağlam bir yansıması. Ama öyle başarılı bir yansıma ki bu; filmi izleyen her erkek kendinden mutlaka bir parça bulacak ama;filmin çizdiği Alper karakterini görüp “aynı ben la” demekte değil işin özü.Evet Alper bize,biz de Alper’e benziyoruz;ama bununla niye övünüyoruz ki ?



Issız Olmak

Arada kalmış bir nesiliz biz malum..Anne babalarımız köyden kasabadan gelip bizleri şehirlerde büyüttüler,dolayısıyla bu geçiş dönemini en içinde yaşadık,yaşıyoruz da.Yeni nesillere bakınca “zaman çok değişti” dememizin nedeni de bu arada kalışımız.Yeni nesiller o kasaba kültüründen tamamen arınmış olarak büyüdüler çünkü.

Hal böyle olunca da arada kalan bu kalabalık bir yandan Proust okuyup öte yandan halay çekmeye zorlanınca yalnızlığa,Alperliğe itilidi.Bu arada kalmışlık duygusuyla iyice nefessiz kalır olduk.O yüzden Alper karakterinin yaptığı gibi annemize bağırıp çağırmaya başladık.Üzüldük sonra niye böyle yapıyorum ki diye.Evlenmek yuva kurmak bize kabus gözüktü takı törenlerini görünce.

Ve bunun sonucunda kendi ayakları üzerinde durup,yalnız ve "özgür yaşamak" hayalimiz oldu.

Bu yalnız olma hali ilişki bazında da daldan dala konmaya dönüştü bir noktadan sonra."Doğru kişiyi bulmak için deneme yanılma" başladı.Şarkıda dendiği gibi "sevmeden sevişmeler" başladı.Böylece iyice yalnızlaştık hayat yolunda.Önce doğru insanı bulmak hayal oldu sonra da bulduğumuz doğru insana tutunmaktan korkar olduk.



İşte bu noktada filmin kahramanı Alper şehirde kendine bir dünya kurmuşken ,sistemi(!) oturmuşken ya da sistem ona oturmuşken;ne zaman annesiyle temasa geçse bünyesinde bir rahatsızlık meydana geliyor.Bu rahatsız olma durumu annesi onu ziyarete gelince de had safhaya ulaşıyor. Ağbisi eski geleneklere göre bir aile kurmuşken o şehirde sekse dayalı,mazoşistliğe varan günübirlik ilişkiler yaşıyor.Annesi ise oğlunun bu haline uzaktan seyirci olmanın,bir şey yapamamanın ezikliğini yaşıyor ve Ada devreye girince de bir umut kapısı açılıyor anne için.Oğlunun hapsolduğu bu kuyudan çıkaracak biri olduğunu hissediyor Ada’nın.
Ama olmuyor..Alper’in bünyesi reddediyor Ada’yı.Çünkü Alper kendi tabiriyle korkuyor ya da günümüzün en klişe lafını kullanmaktan çekinmeden “sorun sende değil,ben seni hak etmiyorum” gibisinden bir açıklama yapıyor.

Ada

Ada’nın filmdeki rolü de en az Alper kadar önemli. Daha ismi ile bir şeyler anlatıyor bizlere Ada.Hani biz erkeklerin “evlenilecek kız” dedikleri biri Ada.


Biz erkeklerin okyanus sandığı bir akvaryumdur dünya.Ve bizim o okyanusumuzda bazen bir ada çıkar gelir karşımıza filmde Alper’in karşısına çıktığı gibi.Sular bizi itse de illa çıkmak isteriz o adaya,meyvelerinden tatmak,ateşinde dans etmek isteriz.O ada uzaklaştıkça da kürek çekmeye bazen de yüzmeye devam ederiz. Ada da itiyor başta Alper’i ama; sonunda ikna oluyor.Ve Alper ne zaman o adanın huzuruna,doğallığına,güzelliğine tam anlamıyla kapılıyor;işte o zaman bünyesi reddediyor.Özgür olmayı seçiyor kendince.Ama aslında asıl hapislik o zaman başlıyor.Ve arkada bırakılıyor o ada.Ama günler geçtikçe o okyanus,akvaryuma dönüşüyor.Pişman oluyor Alper ama artık hiç kara görünmez oluyor..



İşte Irmak bu durumu resmederken seyirciye (hem erkek hem kız tarafına) sağlam bir darbe indiriyor.Ve filmde bana göre cinsiyet de kayboluyor bir yerden sonra.Sadece kadın-erkek , Ada-Alper değil hepsi birbirine karışıyor.Ada’dan da Alper’den de parçalar buluyoruz kendimizde.Ada adım atmıyor,Alper dönüp gelmiyor..Erkek akvaryumun fırtınalarında kayboluyor,kadın Ada’dan çöle dönüşüyor..

Çağan Irmak'tan

Çağan Irmak özellikle filmin finaline doğru enfes şarkılar eşliğinde canımızı acıtıyor.Özellikle finaldeki karşılaşma ve karakterlerin gözleriyle konuştukları sahne gerçekten de sinemamızda son yıllarda rastlamadığımız bir finaldi.Selvi Boylum Al Yazmalım'daki "Sevgi neydi sevgi emekti" repliğiyle başlayan sahneden beri sanırım böyle bir 15 dakika yaşamamıştık.

Oyunculara gelecek olursam da bana göre karakterler de oyuncular da çok başarılı.Bu noktada Esra’nın(sana laflar hazırladım) ve pek çok kişinin yazılarında yaptıkları eleştirilere de değinmeden geçemeyeceğim.Özellikle oyuncu seçimini çok doğru buldum ben.Alper rolündeki Cemal Hünal rolünün tam karşılığı olmuş.Evet itici,evet sevimsiz ama öyle değil miyiz bizler de artık.Kalabalıkların gürültülerin içinde ruhsuz ruhsuz gezen ve ancak sessizliğe dönüşen gürültüler değil miyiz artık.İfadesizleşmedik mi.Alper’in sadece plaklarını dinlerken ve Ada ile mutlu günlerinde doğru dürüst bir ifadesi olduğunu gördüm filmde.Bu da kartakterin tam karşılığı idi.Dolayısıyla Cemal Hünal rolünü gayet iyi kotarmış

Melis Birkan rolü için de açıkçası bazen biraz yapmacık kaçsa , ezberden konuşuyormuş gibi dursa da çok da fazla sırıtmadı benim için.Ayrıca o yapmacıklık da karakteri bence daha da gerçekçi yapmış ironik bir şekilde.



Filmle ilgili okuduğum bazı eleştirilerde ise filmin aralarında Ratatouille,Karşı Pencere, Nothing Hill ve daha bir çok filmdeki sahnelerden esinlenildiği ya da daha ağır bir ithamla direk çalıntı olduğu hakkında yorumlara rastladım.Ben buna da katılmıyorum açıkçası.Bir kere her şeyden önce illa bir şeyleri bir şeylere benzetmek zorunda değiliz.

Diyelim ki hakikaten benzerlik var;bu da bence filme ayrı hoşluk katıyor.Biz değil miyiz aşklarımızı şarkı sözleriyle film sahneleriyle özdeşleştiren.E bırakın da o zaman aşk filmi de aşk filmlerinden sahneler içersin.Bu film de bunu başarıyor kanımca.Yani özgün olmayan materyallerden de özgün bir yapı oluşturulabileceğini görüyoruz.

Bu filmi izleyene kadar Mustafa Hakkında Herşey’in yönetmenin en iyi filmi olduğunu düşünürdüm ama;Issız Adam öyle okkalı bir tokat patlattı ki suratıma..Eleştirilerden,övgülerden arınmış tüm önyargılarımı bir kenara bırakarak izlediğim film hayatımda izlediğim en güzel aşk filmlerinden birini izleme şansı verdi bana.Aykırı olmak adına ya da popülerleşti diye bu güzel ve acı verecek kadar gerçek masalın hakkını yiyecek değilim.

Çağan Irmak gerek senaryosu ile gerek de başarılı yönetimi ile bir alkışı sonuna kadar hakediyor.Ayrıca filmi izleyene kadar televizyonlar yüzünden soğuduğum "Anlamazdın" şarkısına da filmle birlikte çok büyük bir anlam kattı.


Kendi türü içinde 10 üzerinden 10’u hak eden bir yapım.

*Cihan,kedi olalı bir fare yakaladın.Sana olan saygım %15 arttı ve %16 oldu.
*Esra bu filmi sevmedin ya,ıssız adamlara gelesin.

Eylül - İncesaz

Posted by her boku bilen adam | Posted in , | Posted on 13:10

0



İncesaz'ın İkinci Bahar için yaptığı müziklerden.Keman'ın çığlık attığı,İncesaz'ın vurduğu şarkılardan.

Fazla söze ne hacet..

Frost / Nixon

Posted by her boku bilen adam | Posted in | Posted on 19:16

18

Nixon

1960'da John F. Kennedy'e karşı girdiği başkanlık yarışını kaybeden Nixon,1964'de siyaseti bırakıp avukatlık yapmak için New York'a döner,daha sonra 1968'de ise tekrar siyasete dönüp Cumhuriyetçilerin adayı olur ve seçimde Amerika Başkanlığı'nı kazanır.Çin'e ve Sovyetler Birliği'ne yaptığı ziyaretlerle adından söz ettirir.Malum bir ABD başkanının o ülkeleri ziyareti pek eşine rastlanır bir durum değildir.
1972'de demokratları ikinci kez geçip koltugunu korur.Ancak 74'de patlayan Watergate Skandalı ile istifa etmek zorunda kalır ki ABD tarihinde istifa eden ilk ve tek başkandır.

"Amerika,Kennedy'e bakınca ne olmak istedigini,bana bakınca da ne oldugunu görüyor"- Richard Nixon


İstifa ettikten sonra halkın tepkisi giderek büyür ama;yerine geçen yeni başkan Gerald Ford "başkanlık" sıfatıyla kendisini affettiğini belirtir.Böylece Watergate'den yakayı kurtaran ve yargılanmayacak olan Nixon 1977 yılında David Frost adlı gazeteci ile yaptığı röportaj ile o zamana kadar inkar ettiği suçları kabul etmiştir.Hatta röportajda söylediği "eğer başkan illegal bir iş yapıyorsa,o iş illegal sayılmaz" sözü bizim de siyasetçilerimize örnek(!) olmuş bir söylemdir.İşte "Frost/Nixon" o röportajı ve perde arkasını anlatıyor.



Frost

David Frost 1977'de yaptığı Nixon Röportajına kadar pek tanınmayan bir televizyoncu.Tarihin en önemli röportajından önce çeşitli eğlence programları ve talk showlar sunar Frost.
Frost,bu göz korkutmayan kariyeriyle de Nixon'ın rahat rahat röportaj yapabileceği bir izlenim bırakır.Nixon ve kurmayları hem kendilerini temize çıkarma hem de para kazanma amacıyla tüm teklifleri reddedip Frost'un röportaj teklifini kabul ederler.
Ancak işler pek de bekledikleri gibi gelişmez.



Bu röportajı yapma ugruna pek çok riski göze alan Frost adeta kariyerinin en büyük sıçramasını gerçekleştirir ve kendi dalında en önemli isimlerden biri haline gelir.Yıllarca pek çok televizyon kanalında başarılı işlere imza atan Frost,BBC'de yıllarca program yaptıktan sonra şu an Al Jazeera International'da görevine devam ediyor.


a Film by Ron Howard

Ron Howard enteresan bir yönetmendir kanımca.Ben açıkçası günümüzde onun kadar birbiriyle alakası olmayan filmler çeken yönetmen pek tanımıyorum.İlk olarak Splash ile hatırlarız mesela onu.Hani çocuklugumuzun fantastik filmlerinden biri.Tom Hanks'in denizkızı rolündeki Daryl Hannah'a aşık oldugu film.
Apollo 13,EdTV,Ransom,How the Grinch Stole Christmas gibi birbiriyle alakası olamayan filmlerden sonra "A Beautiful Mind" ile aralarında Oscar'ın da bulundugu pek çok ödülü almıştı.
Cinderella Man de öyle elle tutulur bir film olmamasına rağmen ben sevmiştim.Buhran Dönemi filmlerini severim genelde ondan kaynaklanıyor."Da Vinci Code" başarısızlıgından sonra da Frost/Nixon ile yeniden karşımızda Howard.


Siyasi gerilimler ve dönem filmleri genel olarak seyirciyi pek alamaz içine,bir de buna herkesin bildiği ve artık klasikleşmiş bir röportajı merkezine alan bir siyasi gerilim yapısını ekleyince Ron Howard'ın filminin kendi türü içinde dört dörtlük olduğunu söyleyebilirim.Özellikle oyuncu seçimleri çok başarılı.
Frank Langella'nın Richard Nixon rolünde,ki bu rol kendisine Altın Küre adaylıgı da getirdi,harika oldugunu söyleyebilirim.Zordur her zaman için bilinen ünlü bir simayı canlandırmak.Bazen rolünüz rol olmaktan çıkıp taklide kaçar ve başarısız olursunuz lakin;Langella gerçekten çok inandırıcı bir Nixon karakteri çiziyor.
David Frost rolünde ise The Queen'den Tony Blair olarak tanıdıgımız Michael Sheen rol alıyor.O da gayet yerinde bir tercih.Hem Frost'a benzerligi hem de özellikle röportaj sahnelerindeki başaırısı ile oldukça iyi.


Yan roller ise çok zengin.Nixon'ın sağ kollarından Jack Brennan rolünde Kevin Bacon var."A Few Good Men"deki rolüne çok yakın bir tipi canlandırıyor.Frost'un ekibini ise benim çok sevdiğim bir üçlü oluşturmuş.Frost'un sağ kolu John'u "Death at a Funeral"dan bildigimiz Matthew MacFadden,James rolünde Sam Rockwell ve Zelnick rolünde Oliver Platt.Frost'un sevgilisi ise geleceğin yıldız adaylarından biri olarak gördüğüm Vicky Christina Barcelona'nın Vicky'si Rebecca Hall.

Film siyasi film sevenler için de sevmeyenler için de gayet iyi bir seyirlik diyebilirim.Amerika'nın bir dönemine gerçekten çok güzel bir ışık tutuyor.Başarılı oyunculuklar ve başarılı yönetimi ile de gayet akıcı bir film olmuş.İzlenmeli ve bir röportaj nasıl yapılır,bir siyasetçi nasıl herşeyi itiraf etmek zorunda bırakılır,olayların üzerine nasıl gidilir görülmeli.

Frost-Nixon röportajının orjinalinden bazı bölümler




Hayatı Paylaşmak İçin


Bize uyarlamak gerekirse de; bu işler "ben tarafsız gazeteciyim" diye yıllarca suya sabuna dokunmayarak ne şiş yansın ne kebab gazeteciliği ile olmuyor.Öyle pis mutfakları çekip araştırmacı gazeteci ilan edilen,düello hakemi olmakla övünen,oturdugu yerden haber sunan,şimdiye kadar hiç bir siyasetçinin ipliğini pazara çıkaramadan "hayatı paylaşmak için haberin merkezi" gibi sloganlarla yola çıkan adamların aslında şimdiye kadar hiç bir şey yapmadıklarını görüyorsunuz.

Uğur Dündar,Ali Kırca,Birant gibi kendilerine gazeteci diyen bu adamlar aslında kendilerinin yapması gereken işi yapan Kılıçdaroğlu'na söz vermekten başka bir şey yapmıyorlar.
David Frost ise adeta bu röportaja hayatını koyuyor.Bizimkiler de plazalarda dans edip,gizli kamera pornolarına konu oluyor.Ne diyelim "hayatı paylaşmak" için yapıyorlar herhalde.

8/10

90'ların En İyi Türk Filmleri - Kapanış

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 22:50

2

90'ların en iyi Türk filmleri'nin sonuna geldik.Başta da dediğim gibi kişisel bir liste bu.Kısaca yeniden bir göz atalım istedim filmlere,yönetmenleri,oyuncular,senaryo ve müzikleriyle birlikte.

*Filmlerin üzerine tıklayarak yazıya ulaşabilirsiniz.

1 ) Masumiyet - 1997


Yönetmen : Zeki Demirkubuz

Senaryo : Zeki Demirkubuz

Oynayanlar : Haluk Bilginer , Derya Alabora , Güven Kıraç

Müzik : Cengiz Onural







2 ) Tabutta Rövaşata - 1996




Yönetmen
: Derviş Zaim

Senaryo : Derviş Zaim

Oynayanlar : Ahmet Uğurlu , Tuncel Kurtiz, Ayşen Aydemir

Müzik : Baba Zula , Yansımalar







3 ) Eşkıya - 1996



Yönetmen : Yavuz Turgul

Senaryo :Yavuz Turgul

Oynayanlar : Şener Şen , Uğur Yücel , Kamuran Usluer , Sermin Şen , Yeşim Salkım, Özkan Uğur

Müzik
: Erkan Oğur








4 ) Gemide ve Laleli'de Bir Azize - 1998-1999


Yönetmen
: Serdar Akar

Senaryo : Serdar Akar , Önder Çakar

Oynayanlar : Erkan Can , Haldun Boysan , Yıldıray Şahinler , Naci Taşdöğen , Ella Manea

Müzik : Uğur Yücel









Yönetmen : Kudret Sabancı

Senaryo : Serdar Akar , Önder Çakar

Oynayanlar : Güven Kıraç , İştar Gökseven , Cengiz Küçükayvaz , Ella Manea

Müzik : Uğur Yücel









5 ) Fikrimin İnce Gülü (Sarı Mercedes) - 1992


Yönetmen : Tunç Okan

Senaryo : Macit Koper , Tunç Okan , Adalet Ağaoğlu (kitap)

Oynayanlar : İlyas Salman , Menderes Samancılar , Mickie Sebastien , Valedie Lemonie , Savaş Yurttaş

Müzik
: Vladimir Cosma








6 ) Ağır Roman - 1997



Yönetmen : Mustafa Altıoklar

Senaryo : Metin Kaçan (kitap), Mustafa Altıoklar

Oynayanlar : Müjde Ar , Okan Bayülgen, Mustafa Uğurlu , Savaş Dinçel , Burak Sergen

Müzik
: Atilla Özdemiroğlu



90'ların ardından

90'larda yattığı büyük uykudan uyanan Türk sineması,2000'li yıllarla beraber büyük atağa geçti.Artık ülkemizde yıl sonu en çok gişe yapan filmleri sıralandığında ilk 10 filmin tamamını Türk filmleri paylaşıyor.Durumun bu hale gelmesinde daha önceki yazılarda da belirttiğim gibi 90'lar sinemasının önemi büyük.
Her ne kadar bu üretken dönemde gişe yapan filmlerin üst sıralarında "Recep İvedik,Kurtlar Vadisi,Maskeli Beşler,vb..) kalitesiz filmler yer alsa da,sektörün canlanmasıyla çok da iyi filmlerin de çekilmesi sağlanıyor.Nuri Bilge Ceylan,Fatih Akın gibi yönetmenlerin yurtdışı başarılarıyla da Türk Sineması'nın yurt dışında da artık sesi duyulmaya başladı.
Umarım önümüzdeki yıllarda 90'larla başlayan bu hareketlilik durulmadan devam eder.

*90'lar filmlerini okuyan,yorum yapan,eleştiren herkese teşekkürler.
Önümüzdeki günlerde 80'lerin ya da 2000'lerin en iyi filmleri listesini oluşturacağım.Tabi yine kendi bakış açıma göre.Hangisini daha önce yapacağıma ise daha karar vermedim.

1 ) Masumiyet - 1997

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 17:20

12


"90'ların en iyi Türk filmleri" listesini hazırlarken öncelikle çok sevdiğim filmleri bir kenara yazdım.Daha sonra da belki benim hatırlamadığım filmler de olabilir arada onları da kaçırmayayım diye bir araştırma yaptım.90'lı yıllarda çekilmiş olan tüm Türk filmlerine göz gezdirdim.Bu ufak çaplı araştırmadan sonra 10 tane film çıkardım 90'lardan.Daha sonra aslında pek de içime sinmeyen filmleri listeden çıkardım ve 6 başlık altında (azize'nin de kontenjandan girmesi ile) 7 film çıktı ortaya.Bu işlemden sonra da bunları bir sıraya sokmam gerektiğini düşündüm ve okuyanların da bildiği gibi 6'dan 1 numaraya doğru sıralamaya başladım filmleri.
Sonuçta bir filmi diğerinin önüne geçirmek her zaman içine sinmiyor insanın.O arkada bıraktıgınız filme biraz haksızlık gibi kalıyor bazen içinizde.Tüm bu sıralama işlemlerini yaparken de dolayısıyla zorlandım diyebilirim.Ama içime sinen bir sıralama da oldugunu belirteyim.Bu sıralamayı yaparken diğer filmlere nazaran sıralamda hiç zorlanmadıgım tek bir film vardı.Bu listeyi hazırlarken de önce onu yerine koyup diğer filmlerin arasında sıralama yaptım.O film, 1 numaradaki filmdi.Önce onu yerleştirdim listeye en tepeye.


O en tepedeki film Zeki Demirkubuz'un Masumiyet'iydi.Usta işi yönetmenliğinin yanında Haluk Bilginer,Derya Alabora ve Güven Kıraç'ın muhteşem performans sergilediği film benim açımdan sadece 90'ların değil tüm zamanların en iyi Türk filmi bile olabilecek kapasitededir.


Yusuf'un Kapısı

Film açık kalmış bir kapının aralığından Güven Kıraç'ın oynadığı Yusuf karakterini görmemizle başlar.Hapishanede 10 yıl yatan Yusuf'un tahliye olmasına üç gün vardır ve Yusuf tahliye olmak istemediği için bir dilekçe yazmıştır.Dilekçede tahliye olması durumunda "istemeden de olsa" bir suç işleyecegini ve hapishaneye geri döneceğini yazmıştır.Hapishane müdürü dilekçeyi okurken kapattığı aralık kapı tekrar açılır.Müdür kapıyı tekrar kapar;ama o kapar kapamaz yine açılır.

Demirkubuz,Masumiyet'te kullandıgı bu "açık kalan kapı" sahnesini daha sonra çekeceği filmlerde de sık sık kullanacaktır.


Yusuf'un dışarda onu bekleyen düşmanı yoktur..Yusuf ablasını en yakın arkadaşıyla basıp vurduğu için 10 yıldır hapistedir.Arkadaşı ölür,ablası ise dilsiz olur.Yakını diyebileceği de sadece eniştesi ve dilsiz bıraktığı ablası vardır
İşte Yusuf 10 yıldır uzak kaldığı bu gerçek hayattan korkmaktadır.Karışmak istemez o kalabalıklara,yüzleşmek istemez eniştesinin hayatını haram ettiği ablasıyla,görmek istemez lanet eniştesinin kemerle ablasını dövmesini,o leş ortamda gün boyu televizyon izleyen bir makina haline gelmiş yeğeninin elini öpmesini istemez.Onun için cehennemdir dışarısı,oysa hapishane herkesten,tüm kötülüklerden uzakta masum olmayan insanlarla dolu masum bir kovuktur onun için.Hapishanedeki insanlar masum değildir evet;ama hepsi bir damga yemiştir ve içeri girmiştir tıpkı Yusuf'un kendisi gibi.Ama dışarısı damga yememiş,kötülükleri cezalandırılmamış,hüküm giymemiş hükümlülerin cirit attığı bir açık hapishanedir.Ve orda kaybolup tükenmekten korkar Yusuf.


Müdürün bürokrasi kokan açıklamarıyla hapishaneden tahliye edilir,içinde yer almak istemediği ve atılan voltaların gelgitlerden ibaret olmadıgı başka bir hapishaneye,hayat hapishanesine. İstemediği halde bir otobüse atlar,otobüste gözüne bir kadın ve erkek çarpar.Daha sonra bu çifti polis alır otobüsten.Yusuf ise kimbilir neydi hikayeleri diye geçirir içinden.
Derken eniştesini bulur.Leş evdeki daha da leş ortamda nefessiz kalır Yusuf.Kendisini aldattığı için yıllarca işkence etmiştir eniştesi ablasına,yeğeni bir morondur adeta.Yusuf baştan beri hiç istemediği cehennemin içine bulur kendisini böylece.
Defalarca kapatıldıgı halde açılan kapıdan girmiştir bir kere;ama dayanamaz Yusuf başka bir kapı bulur kendine ve o aralık kapıdan içeri girer.Uğur ve Bekir'in kapısıdır bu.


Uğur ve Bekir

Demirkubuz'un 2006'da çektiği Kader filminde gençlikleri ile karşılaşacağımız Uğur ve Bekir'in hayatının ortasında bulur kendini Yusuf.

Filmin geçtiği Basmane,İzmir'in amiyane tabirle en pis semtlerinden biridir.Pavyonlarla dolu olan Basmane,biz parlak çocukların pek güvenle giremediği kendine ait bir dili ve kendine ait insanları olan bir semttir.Başka bir dünyadır orası.Ve İzmir'in Basmane'si gibi başka adlarla her şehirde vardır öyle yerler.
İşte Uğur ve Bekir de o dünyadan iki insandır.


Uğur,hayatta kalmak için de pavyonlarda şarkı (?) söyleyen,açık konuşmak gerekirse orospuluk yapan 40'lı yaşlarda bir kadındır.Tüm hayatını sevdiği adam olan Zagor'un peşinde şehir şehir gezerek harcamıştır.Kendi tabiriyle "20 senedir bok kokulu otel odalarında,adını bile bilmediği şehirlerin siktirici yollarında,karılarını bile düzemeyen ibnelerin altında" çilesini çekmektedir.

Bekir ise 20'li yaşlarda iken,Uğur ile karşılaşmış her ne kadar defalarca tövbe etse de,onun peşi sıra sürüklenmiştir.


Burda hikayeyi onun ağzından dinlemenizi istiyorum.Zira Haluk Bilginer,adına "Tirat" demenin haksızlık oldugu bir performans sergiliyor bu sahnede.Tirat sözlük anlamı olarak tiyatroda,sinemada karakterin tek kişilik uzun süren monologudur.Haluk Bilginer ise "çok güzel bir tirat" diyemeyecegimiz bir işe imza atıyor.Adeta hiç yaşamadığı yılları bize gerçekten çilesini çekmişçesine anlatıyor.




"O gece düşündüm..Oğlum Bekir dedim kendi kendime..yolu yok çekeceksin.İsyan etmenin faydası yok.Kaderin böyle.Yol belli.Ey başını usul usul yürü şimdi..
O gün bu gün usul usul yürüyorum işte..."


Bekir o gün bugün usul usul yürürken,geride de kocaman bir hayat bırakmıştır.Tüm hayatı kendisini sevmeyen bir kadının peşinden,belki kapı aralanır diyerek geçmiştir.Ama o kapı Bekir için hiç bir zaman aralanmaz.Bekir de bilir bunu aslında.Onunkisi bile bile ladestir.Kabullenmiştir kendisinin de dediği gibi kaderini.Kalamaz da,bırakıp gidemez de..Ne kapatabilir kapıyı sonuna kadar,ne de açabilir..


Bana Da Vereceksin


Ara sıra çıldırır Bekir..

Bazen cinnetler geçirir.Ama Uğur da alışmıştır bu çıldırma anlarına.Demirkubuz o çıldırışlardan birini izletir bizlere.
Yalnızca Masumiyet'in değil,benim için gelmiş geçmiş tüm filmlerin içinde en unutulmaz sahnedir bu.
Tüm kişisel önyargılarımdan arınarak söylüyorum ki,aşağıdaki sahne,bütün zamanların en başarılı oyuncu performanslarını içerir.Gerek Haluk Bilginer'in;sarhoş Bekir'in artık tükendiği anı tarif edilemez sıfatlarla canlandırması,gerek Derya Alabora'nın Uğur rolündeki çilesi,gerekse Güven Kıraç'ın Yusuf'unun,karşısındaki bu ikilinin tükenişlerine şahit olduğu andaki duygu boşalması..
Bu sahne için benim süslü cümlelerim,şatafatlı kelimelerim yetmiyor.3 oyuncunun,"rollerini ne güzel yaşıyorlar" cümlesiyle özetleyemeyceğimiz bir performansı söz konusu.



Bekir : Bana da vereceksin ulan..
Uğur : Öldürücem ulan seni.

Yusuf : Abla yapma...
Öyle bir sahnedir ki bu;kızamassınız o küfürlere,gülümseyemessiniz o yere düşüşe,dalga geçemessiniz o sarhoş adamla..
Yusuf gibi boşalmaz belki siniriniz;ama bir taş oturur boğazınıza yutkunamassınız..

Seyirci ve Çilem


Tüm bunlar olurken başka bir odada uyuyan da bir Çilem vardır.Çilem,adını hakeden bir hayatın meyvesidir.Tüm bu yaşananların içinde sağır dilsiz bir seyircidir.Tıpkı tüm bunlar şehrin herhangi bir yerinde,mesela şu an siz bu yazıyı okurken Basmane'de,Laleli'de yaşanır olduğu gibi..
Tıpkı bizler gibi.Filmi izlerken kendimizi Çilem gibi hissederiz.Onun kadar yakınızdır ama onun kadar sessiz kalırız.
Ve Demirkubuz hikayesiyle bizi filmin içine çekerken,olaylara müdahele edemeyiz.Seyirci kalırız Çilem gibi,konuşamayız..

Tek farkımız Çilem duyamazken söylenenleri biz duyarız..Ama keşke duymasak deriz içimizden..
Canımız acır çünkü Masumiyet'i izlerken.Çaresiz kalırız.Filmin sonlarına doğru Yusuf bizim de elimizden tutup götürür sanki Çilem'le beraber.Çaresiz gideriz peşinden..


Çaresiz kalırız çünkü gerçektir bu hikaye."Böyle bir şey olamaz" diyemediğimiz bir hikaye anlatılır filmde.

Filmde bir sahnede otelci ile Yusuf film izlerken otelci Mehmet duygulanır ve aşağıdaki diyalog yaşanır.

Yusuf : Film bu Mehmet ağbi film.Milleti ağlatmak için yalandan yapıyorlar.
Mehmet : Yalan malan da böyle de olmaz ki kardeşim..

İşte film de bizi Mehmet ağbinin durumuna sokar.Ama Mehmet ağbinin izlediği bir Yeşilçam melodramından çok ama çok daha gerçektir film.


Peki Demirkubuz niye anlatır bize bu hikayeyi.
Uğur'un,Bekir'in,Yusuf'un,Çilem'in tüm bu çilesi ne içindir??
Kader midir,aşk mıdır,kara sevda mıdır bu..ya da Yazgı mıdır..yoksa Masumiyet'ine mi kapılmışlardır masum olmayan hayatın...Neyin Bekleme Odası'dır bu hikaye..Kime yapılmış bir İtiraf'tır..Belki hepsidir,,belki de hiçbiri..

...ve filmin sonunda Samuel Beckett'in sözleri belirir perdede.

"Hep denedin.
Hep yenildin.
Olsun.
Yine dene.
Yine yenil.
Daha iyi yenil."

2 ) Tabutta Rövaşata - 1996

Posted by her boku bilen adam | Posted in , , | Posted on 17:15

4


Derviş Zaim'in 1996 yılında yazıp yönettiği Tabutta Rövaşata,izleyenlere tam anlamıyla sağlam bir dayak atar.Filmin etkisinden kurtulmak kolay kolay her babayiğidin harcı değildir açıkçası.Çok sevdiğim bir arkadaşıma izlettiğimde "bu ne biçim film lan" demesi gibi çatlak sesler de çıkabilir ama filmi pek kavrayamamış ayagı yere basmayan eleştirilerdir bunlar.Herkes sevmeyebilir tabi ki ama en azından benim için film,Türk Sineması'nın gelmiş geçmiş en önemli eserlerinden biridir.

Film,Mahsun adındaki bir garibanın hayatından kesitler sunar bizlere.Mahsun sokaklarda yaşayan,ordan burdan buldugu paralarla hayatta kalmaya çalışan,halk arasında "şarapçı" diye tabir edilen bir evsizdir.Hani yolda,sokakta çöp tenekelerini karıştırırken gördüğümüz,saçı sakalı birbirine karışmış,yanından geçerken sanki o orda değilmiş gibi davrandığımız adamlardan.
Figüran bile olamaz o adamlar bizim hayatımızda.Sokaktaki kediyle köpekle bile yeri gelince göz göze geliriz ama o adamlarla göz teması şöyle dursun,farketmeyiz bile orda olduklarını.


İşte Derviş Zaim filminde,o adamlardan birinin hikayesini anlatır bize.Aslında bir hikaye bile değildir belki bu.Bir girişi gelişmesi ve sonucu yoktur filmin.O yüzden de belki izlettiğiniz arkadaşlarınız "bu neydi şimdi..beynimi yedin lan,gitti iki saat" diyebilir size."Ama arkadaşlar iyidir" bazen sizi anlamasalar da.

Ama Arkadaşlar İyidir

Ahmet Uğurlu'nun mest eden oyunculuğu ile hayat bulur Mahsun Süpertitiz.Sanki oynamaz o karakteri Uğurlu,sanki Derviş Zaim gerçekten yoldan çevirdiği bir evsizi oynatır filminde iki şişe şarap karşılıgında.


Tuncel Kurtiz gerçekten döver Mahsun'u Reis rolünde.Gerçekten Reis'tir de Marmara'da gemisini batırmıştır Mahsun.

Ayşen Aydemir "Mahsun beni Taksim'e götür" diye bağırırken,uyuşturucu krizlerine girerken,iki kuruş paraya leş kargalarının altına yatarken içi gider izleyenin.Ayşen de oynamaz sanki.1999'da henüz 35 yaşında kanserden hayata gözlerini yumdugu haberi geldiğinde aklıma ilk olarak "uyuşturucudan mı acaba" sorusu gelmesini sağlar tek filmi ve tek rolüyle.Adını bile bilmediğimiz eroinman kız olur hafızamızda.

Babazula film müziği nasıl yapılır diye bağırırken,Yansımalar acıtır canımızı "Bab-ı Esrar" ile.Her "ayy" sesinde içimiz sızlar "ayy" diye.


Mahsun,çarptıgı köpeğin kan izlerini silerken arabadan,kızın elinde sigara ile onu seyretmesi içimize dokunur Bab-ı Esrar ile."Ne var ki bunda kız adama bakıyor" deriz ya gerçek hayatta;ama Bab-ı Esrar kulagımızdan girer,Mahsun'un yaşlanmış yüzünde kalan çocuksu telaş kalbimizi acıtır,kızın sigarasının dumanı gözümüzü yakar sanki.Titanikleri batırmaya gerek kalmaz gözyaşı döktürmek için.Her gün görüp yüz çevirdiğimiz bir sahneyi gözümüze sokarak yapar bunu Derviş Zaim.



Filmi yazıp yönetmemiştir sanki.Gizli bir kamera zulalamıştır Mahsun'un hayatta kalmaya çalıştığı yerlere.Gizli kamera görüntülerinden kurguladığı 2 saatlik bir kliptir sanki bu.Yutmuşuzdur biz de bunu film diye.Hikaye falan değil sıkıldım deriz.Gerçektir çünkü bize sunulan.Acıtır canımızı yüz çeviririz."Bu filmin hikayesi yok" deriz.

Filmin DVD kapağında şu sözler yer alır :

"Mahsun, falakadan şişmiş ayaklarıyla yeraltından çıkıp yeryüzü dünyasına karışır her sabah. bmw'yi çalmamıştır, otomobil çalmaz mahsun, sizin yaşamınızdan bir gecelik rahatlık çalar. otomobilinizin rahat koltuğunu çalar, geceleri dolaştığınız şehrin aydınlığını çalar.

bir kadın sever mahsun. bir şilep geçer kadının gözlerinden, eroin dolaşır damarlarında, kadının saçları dolaşır Mahsun'un aklına. bir tekne batar sevdiğinin yüzüne dokununca. hergün bir düş batar mahsunun denizinde, hergün yeni bir düşe inanır mahsun inatla, yaşama inandığı için."


Çıkma Ekmek Var Mı?

Evet Mahsun araba çalar.Ama sabahında çaldığı arabayı götürür aldıgı yere bırakır.Onun konforu bile emanettir.

Mahsun şarap içer...
Mahsun şarap içer çünkü şarap biraz da olsa onun içini ısıtır.Biz kalın kalın montlarımızla gezerken bile "götüm dondu bu ne soğuk" derken kendimizi sıcacık mekanlara atarken onun en lüks koltuğu izbe bir banktan ibarettir.İşte bu yüzden soğuktan dişleri birbirine vururken önce aç karınını doyurmak değil,içim ısınsın diyerek şarap almak gelir aklına.Ama bizim için şarapçı serserinin tekidir Mahsun.

Araba mı kayboldu gidip Mahsun dövülür.Tamam gerçekten o çalmıştır belki ama..Ama ne bileyim işte..

Tabutta Rövaşata'nın hikayesi şudur diyemem size,anlatamam kaba hatlarıyla,çıkaramam özetini.
Belli bir hikayesi yoktur belki sağlam temellere oturan,ama güzel olan budur zaten filmde.Sinema bize illa bir hikaye sunmak zorunda değildir.Bazen tehlikeli bir araba takibi sahnesi yerine,Mahsun'un bir tavuskuşunu kovalaması daha çok heyecanlandırabilir insanı.

Mahsun'un eroinman kıza heyecanla pamuk getirdiği sahne,güzel kızla yakışıklı erkeğin öpüştüğü vurucu bir aşk sahnesinden daha fazla etkileyebilir bizi.

Dedim ya Titanik'i batırmaya gerek yoktur iç yakan bir sevdayı anlatmak için.Göz teması bile yoktur Mahsun'un sevdasında.


Derviş Zaim,Tabutta Rövaşata ile topu doksana takarken,bizler özetine bile tahammül edemediğimiz maçı izlerken buluruz kendimizi.Kimimiz yüz çevirir yine,kimimiz gözyaşı döker önceki yüz çevirmelerine..